DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Hava kurşun gibi ağırdı. “Ne zaman yağacak bu hava?” diye geçirdi içinden. Bunalmıştı. Sanki gökyüzü üzerine çökmüştü. Bir yağsa, hem gökyüzü hem de kendisi rahatlayacaktı. O geceyi düşündü. Aradan iki gün geçmişti. Çok güzel yağmur yağıyordu o gece. Sonunda ise yağmurdan ağladığını kendi bile anlamamıştı. Şimdi ise gri bulutlar yeryüzünün üzerine abanıyor, bünyelerindeki suyun kime ne kadar ihtiyacı olduğunu düşünmüyordu.
Beraber yürüdüğü, çoğunu tanımadığı, tanıdıklarının bir kısmını ise tanımazdan geldiği yüzlerde, yalancı hüzün vardı. Aralarında fısıldayarak sohbet edenler, bir ritüeli yerine getirmenin haklı gururları yaşarken, samimiyetten uzak hareketlerinin içine sinmiş, bu tiyatroda rol alan herkesin, rolünden memnun olduğu da görülüyordu mermer zeminli caminin yanındaki boşlukta. Yine mermerden yapılmış musalla taşının üzerine yatırılmış tabutun içinde arkadaşının yatması ise kalabalıktan farklı duyguları yaşatmıyordu.
“Neden üzülmüyorum?” diye geçirdi içinden. Etrafını saran, tiksindiği insanlardan neden farklı hissetmiyordu. Oysa üzülmesi lazımdı. Kendi ölse arkadaşı üzülür müydü? O üzülürdü. O daha hassastı. Kendisi nasıl bir adamdı. Bu yaşlı yüzün derinliklerinde neler yatıyordu. Karmakarışık saçı ve sakalı gibi miydi duyguları? “Üzülürdü!” dedi derin bir nefes verirken.
Gökyüzüne baktı tekrar, gri biraz daha koyulaşmıştı. “Yağmalı artık” dedi fısıltıyla. Hemen yanındaki uzun boylu adam bu fısıltıyı duyunca yavaşça dönüp, “efendim” dedi O’na.
İfadesiz gözlerini dikti adama. Adamın ince yüzünü görmüyordu. Adeta bir et kemik yığını olarak gördüğü adama, bir cevap vermenin beyhudeliğini dudağını bükmesiyle ifade etmek istese de adam anlamadı.
“Bir şey dediniz beyefendi.”
“Evet”
“Bana mı dediniz?”
Elini sakallarının arasına sokarak kaşırken, derin bir nefes aldı. Başını yana çevirirken gözlerini kısıp, “yağmur yağmadı bir türlü” dedi.
“Evet” dedi adam gökyüzüne bakarak, “yağacak ama…”
“Evet” dedi sessizce ve önüne döndü.
“Yakını mısınız?” diye sordu adam.
Cebinden bir sigara çıkarıp ince dudaklarının arasına koydu Ethem, titreyen elini hafif esen rüzgâra siper ederek yaktı. Cızırdayan tütün yanınca derin bir nefes çekti.
“Evet” dedi uzun adama bakmadan. “Sen nesi oluyorsun?”
“Müşterisi. Yazık iyi adamdı. Kalp krizinden ölmüş.”
“Sigara içer misin?” diye sordu Ethem, paketi cebine koymadan önce.
“Kullanmıyorum, bıraktım”
“En iyisi, benimle konuşmayı da bırak.”
Adam şaşırıp Ethem’in yüzüne baktı ve önüne döndü. Sonra oradan ayrılıp cami bahçesinin diğer köşesine gitti. Orada gözlerini kaçırmaya çalışsa da bunu başaramadı.
Sigarası bitti. İzmariti yerde söndürüp cebine koydu. İçi sıkılmıştı. Ezan okunmaya başladı. Etraftakilerde bazı hareketlenmeler olunca, temiz bahçeye bir uğultu yayıldı. Bahçe tenhalaştı. Yoldan geçenler tabuta bakıp geçiyorlardı. Hâlbuki o mermerin üzerinde yatan et ve kemikten ibaret bir insandan arda kalanlar değildi. Ethem’in çocukluğu, gençliği, büyüdüğü sokaklar, günahları, yalnızlığı, ailesiydi. Şimdi içinde kâğıt kesiği gibi bir sızı vardı sadece ve oluk oluk kan aktığını hissediyordu. Çok huzursuzdu. Gökyüzüne baktı. Bulutlara dokunabilecekmiş gibi hissediyordu. Zaman geçiyordu ama Ethem bunun ayırdına varabilecek durumda değildi. Bir çocukluk, gençlik ve yetişkinlik geçmişti. Bunun her anını hissetmiş, yıllar üzerinden geçerken hep dalga geçmişti yaşananlarla. Ama şu an saniyelerle baş edemiyordu.
Kalabalık yine toplanmaya başlayınca, önce bir ışık, ardından gök gürültüsü duyuldu. Ethem’in yüzünde memnuniyet belirdi. Sakallarının arasından kıvrılan dudaklarını gören olmadı. Büyük bir damla düştü mermer zemine. Sonra bir daha… Bir daha. Bir daha.
“Mübarek adammış”, “Rahmet yağıyor” gibi sözlerin arasında saf tutuldu. Herkes bir yer kapmaya çalışırken Ethem arkada kaldı. Daha da geriye çekilip önde duran safa baktı. Helallik istenirken ses etmedi. İçi haykırsa da ses etmedi. Ellerini önünde birleştirmiş öylece duruyordu. Yağmur şiddetini birden arttırırken, öndeki safta bir ritüel icra ediliyordu. Yağmur şiddetlenmişti. Saftakiler daha seri davranmaya başladı.
Tabut arabaya yüklendi. Araç hareket ederken artık göz gözü görmüyordu. Ethem aynı yerde, elleri önünde kenetlenmiş öylece duruyordu. Yağmurdan yüzüne yapışan saçları arasından sızan yağmur, önünü kapatmadığı montunun içine giriyordu. Soğuk damlalara aldırış etmeden dikilirken, kimse ağladığını anlamıyordu. Boşalan cami bahçesinde tek başına kalmıştı. İçinde bir isyan dalgasını koy vermek için her şeyini verirdi. Üstelik bir şeyi de yoktu ama olsa verirdi. Yağmur damlalarının onu delik deşik etmesini istiyordu. Sonra bundan korktu ve sanki böyle bir durum olursa onu koruyabilecek olan tek varlığı olan montunun önünü kapattı. Ne kadar zaman geçtiğini yanına gelen kirli sakalını yanağının üzerinde muntazam kesilmiş, beyaz cübbeli ve yüzünde samimi bir gülümsemeyle yanına gelen Hoca’nın ona seslenmesiyle anladı. “Kardeşim, yarım saattir dikiliyorsun yağmurun altında, bir sorunun mu var?”
“Yağmur çok güzel yağıyor.”
“Hamdolsun. Rahmettir, gel çay ikram edeyim.”
“Olur” dedi kısaca.
“Cenazede de buradaydın kardeşim” dedi hoca yağmurun altında hızla yürürken.
“Buradaydım.”
“Neyin oluyordu?”
Caminin küçük müştemilatının sundurmasının altına gelince yorulduğunu hissetti. Hocanın araladığı kapıdan içeride yanan odun sobası görülüyordu. Çocukluğu geldi yine aklına. Babası, Salih ile beraber okul dönüşü onlar için soba yakar ve yakındaki çalıştığı okula giderdi. “Ateş geçmeden odun atın!” derdi kapıdan çıkarken. Sobanın ısınan yüzünde ikiye böldükleri yarım ekmeğin içine margarin sürüp, keçi peynirini sarıp, sıcak çayın yanında afiyetle yerlerken konuşurlardı. Dünyadan, uzaydan, savaştan, barıştan, aşktan, seksten, aileden ve kendilerinden… Sıcak odada hep gülerek devam eden sohbetler dünyada bir daha yaşanamayacak bir haz sunuyordu iki genç çocuğun zihnine. Sohbete dalıp yanan ekmeklerin üzerindeki siyahlaşmış tabakayı bıçakla kazırken, okulun gereksizliğinden konuşuyorlardı. “Bu siyah tabaka var ya” diyordu Salih, “işte okulu da biz gençlerin hayatından böyle kazımak lazım.” Yere serdiklerin gazetenin üzerine biriken siyah parçaları göstererek kâğıdı katlayan Ethem, “Sonrada böyle yakmalı” deyip araladığı kapaktan sobanın iştahlı karnından içeri tıkıyordu abartılı bir hareketle. Sonra gülmeler. Gülmeler. Gülmeler.
“Kardeşimdi” dedi montunu çıkarırken. Dışarıda şiddetini arttıran yağmur onu ıslatmıyordu artık ve karşısında tevazu ve samimiyetle gülümseyen adam onun ağladığını görebiliyordu.
Dostunu toprağa vermişti. Asla sevmediği cenaze törenine ikinci kez katılmak zorunda kalmıştı. Çocukluk ve gençlik yıllarında pek Salih’ten ayrılmayan Ethem, o zaman onu çok etkilemese de, yaşlanmaya başlayınca tekrar tekrar yaşayıp, her saniyesinden dersler çıkardığını zannettiği cenaze, ta ki kadim dostu Salih’in cenazesine kadar, o anıdan ders aldığını zannetmiş ama bugün, o caminin geniş bahçesinde yine aynı tavrı, aynı uzaklığı hissetmişti.
Ölü bir bedenin ardından neden ağlanır, sadece bir et ve kemik yığınından mürekkep olan o insan artığı beden, artık arkadaşından en ufak bir iz taşımazken, neden bu ayine o kadar değer verilir anlamamıştı bu yaşa kadar. “Peki, neden gittim o zaman cenazeye?” diye defalarca sormuş olsa da buna kendini tatmin edecek bir yanıt bulamamıştı. Salih’e bu konudan bahsetmiş ve ondan, “buna anılara sahip çıkmak denir, yani sende olmayan duygularla alakalı bir şey” demiş ve buna epey gülmüştü.
Yağmur durmuş, az kalan toprak parçalarından gelen kokuyu evinin penceresinden bakarak içine çekerken, büyük kupasına tepeleme doldurduğu çayı içiyordu. Çaydan çıkan buhar, pencerenin hemen yanına koyduğu sehpadan yükselerek camı buğulandırıyor, ardından çayı eline alıp yudumladıkça camdaki buğu, camın soğukluğuna dayanamayarak yok olup gidiyordu. Hiçbir şey çevresini saran baskın gücün karşısında duramazdı. Bazen büyük kupadaki çay gibi iz bıraksa da yok olup giderdi.
Yaşlanmaya başlayan beynindeki uyuşuk hücrelerin arasında dönüp duran iki cenaze arasında, durgun bir zaman yolculuğuna çıkmış olan Ethem, titrek elleriyle sıvazladığı sakallarının henüz çıkmadığı tarihlere gitti.