Zaman kimseyi beklemez. Tabiat ana boşluk kabul etmez. Gökyüzünün elçileri “Son pişmanlık fayda etmez!” deyip terk-i diyar etti, Sahra.
Asra yemin olsun ki, insanlar hüsrandadır der gökten inen cümleler. Sahra ortasın da vaha olabilenler müstesna. Sözüm sana değil, Sahram. İnan sana değil beni yanlış anlama olur mu? Ben kim? Vaha olmak kim! Tövbe, Haşa!
Tut ki, karanlıksın. Işığa muhtaçsın. Yanındayım ve seni ışık sanmaktayım. Benim faydam olur mu sana bilmiyorum. Zannetmiyorum da. Hira’nın taş duvarları hissiz mi sanırsın Sahra? Loş ışık karanlığa mahkûm olsa da; dil, ten, ruh, can, kan taşımasa da iddia ediyorum; hayaller hepimizden daha mesut, daha bahtiyardır milenyum da. Bak şimdi o ses çınlıyordur ilk günkü gibi hatıralarımızda.
Ganj Nehri’nin suları teni değil ruhu temizlermiş. Ateş serinletir, su yakarmış. Bir kuyu içindeysen kuyu ağzından evren ve evreni halk eden gözükür Sahram.
Yemin ettik. Umudumuz hayallerimiz var. Umutsuzluk zehirdir Abd’a. Her ne kadar gam, kasvet varsa da hayatta. Yanmadan pişirmiyor Sahram. Hani demiştin ya bir gün bana; “Güneş insanın içinden doğar, doğudan doğar sanma!” Sırf bu yüzden karanlıkta bile aydınlık gelir bana Hira ve Sahra.
Okçular tepesi boş kaldı. Ganimet, zafer hırsı kuşattı her bir neferi. O tepede biz olsaydık terk eder miydik ki merak etmiyor değilim. Sınanmadan konuşmak ne kadar kolay değil mi Sahram. Sınavımdın sen benim. Boş kâğıt verdim öğretmenime. Dedi ki: “Söyletme beni bu nedir böyle!” Kelimelerin canı cehenneme diyemedim. Kalakaldım öylece. Kör, sağır, dilsiz olmak varmış Sahra. Hira’nın taş duvarları gibi; kör, sağır, dilsiz, hissiz olup Nirvana’ya erişmek varmış. Sahranda bir kum tanesi olmak varmış.