Bütün enstrümanlar durdu bir anda, derin bir nefes aldı esmer, yanık tenli genç adam.
“Böyle ayrılık olmaz!” diye gürledi geniş meydanın, çiçekçilerin renklendirdiği köşesinden şehrin griliğine.
Aynı anda başladı yine bu kısa esin ardından altı genç adam.
Gitar, klarnet, darbuka, def, bendir ve vokalden oluşuyordu grup. En acıklı şarkıları bile hareketli çalıyorlar ve oradan geçen, çoğunlukla monoton hayatlı şehir insanlarını müziğin içine alıyorlardı. Asık yüzlü insanları müziğin kollarında sallayıp, yine hayatlarına geri bırakıyorlardı. Dünyanın rayından çıkması gibiydi çalgıcılar. Bazen şekerle kaplanmış zehir sunulurdu bu şehrin insanlarına, tıpkı altı çalgıcı genç adam gibi acılı öykülerin yanından geçerler, bazen dokunurlar, oynarlar ve hatta beğenirlerse bahşiş bile verirlerdi. Normaldi bu devirde aslında. Mesela bir ülkenin doğusunda savaş varken batısındaki herhangi bir meydanda oynayabilirdi insanlar. Savaş bu doğuda da olur, batıda da ama doğuda ölenler bir istatistikteki veri olmaktan öteye gidemezdi. Savaşın, yağmanın, talanın yanından geçerken şöyle bir bakanlar şimdi bu meydanda acılı bir şarkıyla göbek atıyorlardı.
“Böyle ayrılık olmaz!” diye şarkı söylerken genç adam meydan kalabalıklaşıyordu. Kimsenin, “peki, ayrılık nasıl olur?” diye bir çıkarım yapmayacağını bilen grup, tempoyu daha da arttırarak çalmaya devam ediyorlardu. Bu arada detone olunuyorsa da bu kimsenin umurunda değildi.
Kadın, erkek, genç, yaşlı herkes ritme kaptırmıştı kendini. Adeta şehrin ortasından geçen bir trene binmişlerdi. Kendilerini günlük rutininden koparıp, küçük bir bahşiş karşılığında eğlendiren notalardan bir tren.
Arkadaki çiçekçilerden bir kadın atladı oynayanların arasına. Ellili yaşlarının sonlarında olmalıydı. Ya da elli yaşında bir insan kadar acı çekmişti. Zaman bazıları için böyle akardı, yani ikizlerden birini uzaya göndermeye gerek yoktu. İki insanın farklı yaşlanmasını izlemek için birbirlerinden iki mahalle uzaklaşmaları ve oralarda yaşamaları yetebilirdi çoğu zaman.
Yüzünde, yanağını ikiye bölen bir yara vardı. Kırışıklarla dolu yüzünde, birbirinden uzak kömür karası gözlerinin birini, ağzının kenarına tutturduğu bitmeye yüz tutmuş sigarasının dumanından korumak için kapatmıştı. Sarı tişörtünün üzerine çaprazlama astığı bel çantası sallanıyordu her figürde.
Müzik susmuştu. Terli bedenler nefeslerini düzene sokmaya çalışırken, darbuka kutusunun içindeki paralar sayılmaya başlanmıştı. Yeterince kazanılamayan bir işti sokak çalgıcılığı ama çoğu zaman amaç oda değildi. Yarını düşünmeden yaşanılan bir hayatın insanlarından sadece altı tanesiydiler. Elbet onlara da soruluyordu, toplum herkesi baskılamak isterken onları es geçeceğini sanmak saflıktı zaten. “Neden doğru bir iş bulup çalışmıyorsun?” deniyordu. “Şimdi gençsiniz, yaşlanınca ne olacak?” gibi sorulara “Yaradan büyüktür be abi” diye cevap verip gülünüyordu böyle kaygılara.
Öyle ya insanı şekillendiren tarih ve toplumdu. Aslında hiç olmayan ihtiyaçları insanlara dayatan, sonrada almayanı dışlayan toplum bilincinden uzak insan sürüsüydü dünyayı dolduran. Yarını düşünme aptallığını yapan tek canlı insandı. Tamam, köpekler kemik, sincaplar fındık saklasa da saklamak konusunda bu kadar vahşi ve bencil bir canlı daha yoktu yer kürede.
Bu altı genç ancak bir sincap kadar yarını düşünüyorlardı. Nafakaları darbuka kutusunun içindeydi. Yarına Allah kerim…
Meydan boşalmıştı. Alelade bir boşluk kalmıştı sadece. Gri ve ruhsuz kent meydanlarının yavanlığı kaldı geriye.
Çiçekçi kadın tezgâhının arkasından gülümseyerek çiçek adlarını sayıyordu. Gülünce yanağındaki yarada gülümser gibi gerilmişti. Zaten bazı yaralara ancak gülünebilirdi. Ağlayarak iyileşen bir yara olmadığı gibi gülerek iyileşen çok yara vardı. Ağzının kenarında, sanki yüzüne ait bir uzuvmuşçasına duran sigaranın dumanı yarayı okşayıp şehrin pis havasına karışıyordu.
Güneş yavaşça devrilirken günün üstüne, çalgıcılar çoktan mahallelerine varmıştı. Erken yaşlanan kenar mahallelerinden birine… Dışlanan ve hatta yokmuş gibi davranılan, ev diye kullanılan envaı türden malzemeyle yapılan çevreden izole ama izolasyonsuz hayatlar. Sosyal güvenlikten uzak, zamana bırakılan yaralar mahallesi.
İki saç çatı arasına asılan düşük voltajlı lambalar, akşam esintisiyle sallanırken sokak kalabalıklaşmaya başladı. İlk altı genç çıktı. Eskimiş ve birbirinden ayrı renk sandalyelerin dizildiği sokağa. Sonra evler boşaldı. Ortada bir masa kuruldu hemen. Kadınlar o kadar kısa zamanda donattı ki, sanki ol denmişti ve olmuştu. Morlu, pembeli, sarılı kıyafetleriyle kurmuşlardı Halil İbrahim sofrasını. Masanın üzerindekiler değildi zaten masayı zenginleştiren, etrafındakilerdi. Bir masa gülümsetebiliyorsa sofra oluyordu. Bir hazırlık uğultusu vardı yarı toprak yarı beton sokakta.
Aniden bir ses duyuldu, zamanı gelmişti. Bazı şeylerin zamanı olmazdı, gelirdi aniden. Öyle bir andı yaşanılan.
“Bir, iki, üç… Böyle ayrılık olmaz…”