ONUNCU BÖLÜM
Evde çok sıkılmıştı. Çıktığı sokakta daha fazla sıkılacağını bilse de çıktı kalabalık sokağa. Uğultular Şehri’nde yine bilindik telaşlar vardı. Kararmaya başlayan hava, her yanı kaplamış yapay ışıklarla kirleniyordu. Sahile kadar yürüdü ağır ağır. Etrafında olup bitenleri izliyordu yürürken. Ağrıyan dizlerine aldırmadan attığı adımlar, Uğultular Şehri’nin kalbinden, bakılabilecek tek manzara olan deniz kıyısına götürüyordu onu. Soğuk havada yaşam telaşındaki insanlar denize bakmadan geçip gidiyorlardı. Denizi her gördüğünde, böylesi insanları hayretle karşılardı. İçinden, “nasıl bakmadan geçerler?” diye sorardı ve bir cevap bulamazdı. Hep acelesi olan insanlar sanki yaşamaktan fazla bir telaş peşinde gibi gelirdi ona. “Yaşamak bu kadar ciddiye alınacak bir iş değil!” derdi Salih, her konuşmada ve Ethem’de buna ikna olurdu. Soğuk hava ve sızlayan dizleri onu yormuştu. Önünden hızla geçen iki kediye yol vermek için durdu. İki yavru kedi oynuyorlardı. Yuvarlanarak birbirlerini ısırıyor, patilerini diğerinin sırtına vuruyor ve çocuk olmanın tadını Uğultular Şehri’nin keşmekeşinin içinde doyasıya çıkarıyorlardı. “Hayvanlar” derdi Salih mahalle kedilerinin kendine has oyunlarını izlerken, “asıl hayatın gereklerini yerine getiriyorlar. Yiyor, içiyor, uyuyor, çiftleşiyor ve ölüyorlar.” Ardından, bir kitaptan okuduğu “tokken avlanan tek hayvan insandır” demişti katkı olarak. Şimdi konuşacak kimse yoktu etrafında. İçinden geçtiği zamanın yavaşlığından mustaripti. Geçen zamana nazaran kendini çok daha yaşlı hissediyordu. Bu düşüncelerle hafif nemli bankın önüne geldi ve kendini banka bıraktı. Islak ahşap, tenine bir zımpara gibi değdi ama buna aldırmadı Ethem. Bir süre gözlerini kapattı ve uğultuyu dinledi. İnsan seslerini seçmeye çalıştı aralarından. Seçemedi. Hercümerç olan şehrin sesleri, bu şekliyle, bu şehri anlatıyordu. Sanki seslerden birini çıkarsan uğultu anlamını yitirecekmiş gibi geldi ona. Bu dinmeyen baş ağrıları ve öfke nöbetleri, bu şehre özgü olgular olarak, uğultunun yan etkileriydi. Baş ağrısız eve dönersen şehrin büyüsü bir daha yerine koyulamayacak şekilde yok olacaktı. Bundan korktu. Bu kaosa alışmış mıydı? Böyle bir his olabilir miydi? Celladına âşık olmaktı bu düpedüz. Gözlerini açmaya korkuyordu. Sertleşen rüzgâr, sakallarının ve dağınık saçlarının arasından yolarcasına geçerken, “bu şehrin esir insanları” dedi etrafındaki herkes için. Çok sevdiği bir yazardan esinlenmişti. Bu şehri dolduran, bu uğultuya katkı yapan herkes celladına âşık birer kurbandı. Gözlerini açtı. Karşı kıyıya bakarken oturduğu bankın birkaç metre uzağındaki dalgalardan gelen köpüklü su bacaklarını ıslattı. Hiç istifini bozmadı Ethem. Karşı manzara ikiye bölünmüştü. Bir tarafı farklı ışıkların titrediği beton yığını, diğer taraf ise karanlığa gömülmüş ormandı. Oynaşan denizi izledi boydan boya. Suyun üzerindeki vapurları ve etrafında dönen martıları. Burnundan kokular gelip geçiyordu sırasıyla. Karşı kaldırıma kurulu büfeden gelen yemek kokuları, denizin kustuğu pisliklerin ve denize dökülen lağımın kokusu, uğuldayan şehrin alışıldık kokularıydı. Oysa Palmiyeler Şehri böyle kokmazdı. Dereleri dere gibi, bahçeleri buram buram meyve ve denizi iyot kokardı sadece.
Sonra dereleri düşündü, bahçeler arasından süzülen. Aklı karardı birden. İçi de Uğultular Şehri gibi oldu. Pis bir koku geldi burnuna. İçinden geliyordu bu koku. İçinde unutmaya çalıştığı anıların kokabileceği kadar kötü kokuyordu şimdi. Kalkıp kafasından kovmaya çalıştı bu anıyı ama artık çok geçti. Bu anı onu yakacak ve uykusuz bırakacaktı.
Ethem, Salih, Murat ve Orhan, iki yanı tarla olan toprak yolda hızla bisiklet sürmeye ve birbirlerini geçmeye çalışıyorlardı. İnce bacaklarıyla ve çocukluğun bitmeyen enerjisini pedallara aktarırken, bisikletler savruluyor, yalpalıyor ve arada düşüp kalkarak, maç oynadıkları açık alana varmaya çalışıyorlardı. Yarış orada bitecekti.
En güzel bisiklet Salih’indi. Açık mavi, kalın alüminyum gövdeli, yüksek seleli ve Jant akortları yapılmış, hafif, pırıl pırıl bir makinaydı. Herkes Salih’in bisikletine makina diyordu. Orhan “makina ateş ediyor!” derken onu geçmek için en büyük çabayı o gösteriyordu. Orhan her daim pis görünürdü. Belki de mahallenin en sevilmeyen çocuğuydu. Aileler ortak olarak çocuklarının onunla konuşmasını istemez ve bunun için her türlü baskıyı yaparlardı. “Büyükler bazen çok önyargılı oluyor!” diye kızardı Ethem bu konu her açıldığında. Aslında Ethem ve Salih’te Orhan’ı çok sevmezlerdi ama bu dayatmayı kabul etmemek için O’ndan uzak durmazlardı.
Diğer çocukların bisikletleri ise sıradan demir gövdeli, ağır, lastikleri her daim yamuk dönen bisikletlerdi. Diğer çocukların bazıları açıktan, kalanlar ise içten içe Salih’in bisikletini kıskanırlardı.
Yarış sürerken Salih, arkadaşlarını geçmiş, epey önlerinde ilerliyordu ve birinci olarak kendini görüyordu. Güneşin altında yapılan yarışta, sıcak ve harcanan gayret birleşince terleyen yüzünü sıkça eliyle silme gereği duyuyordu. Arkasına baktığında, bir toz bulutunun içinde, bisikletlerin üzerine kapanmış arkadaşlarını gördü. “Kimse makinayı geçemez!” diye bağırdı zevkle.
Aslında Salih ve Ethem diğer arkadaşlarının arasına çok karışmazlardı. Arada maç yapmak ve bisiklet yarışları için bir araya gelirlerdi. Mahalledeki çocuklar iyi insanlardı. Neşeli, enerjik, becerikliydiler. Çoğu hemen yalana sarılırdı. Çocukça yalanlardan çok sıkılırdı Ethem ve Salih. Konuştukları konular ve tavırlarından dolayı onları sığ bulsalar da bu mahalledaşlık çok hoşlarına gider ve bu gibi zamanların yavru bir geyiğin annesinin memesini iştahla emmesi gibi zevkini çıkarırlardı.
Dünyada olanlar onları çok ilgilendirmezdi. İçinden geçtikleri zamana denk gelen ve kronikleşecekmiş gibi etkiler bırakan, ailelerinin gözle görünür şekilde alım gücünün düşmesine sebep olan ekonomik krizlerden haberdar değillerdi. Sadece Murat ve Orhan mı? “Tabi ki hayır” derdi Ethem abartılı bir el hareketiyle. “Bu mahalledeki kimse neler yaşandığının farkında değil.”
Dünya hakkında görüşlerini konuşmaya çalıştıklarında ise diğer arkadaşları bu konulardan sıkılır ve onlara aşağılayan gözlerle bakarlardı. O çocuklar, o mahallenin sınırları içinde dolanırlardı. Sadece bedenleri değil, akılları da o sınırlar içindeydi.
“Dünya bir eşikten geçiyor Ethem” dedi Salih, “artık değişim kaçınılmaz. Buna ayak uydurmamız lazım ama bu bizim okulda olmaz.”
“Hiçbir okulda olmaz” diyordu Ethem ama diğer çocuklar, okuldan öğrendiklerini sorgulamadan almaya ve bir yarışın içinde, ölümüne yarıştırılmaya başladıklarında ise artık geri dönüşün olmayacağının bilincinde bile değillerdi. Yarışlar hiç bitmezdi bu ülkede. Bıçak sırtında yaşayan insanlar, yarışlar arasında geçen ömürlerinde, hep tedirgin, hep içine kapanık yaşarlardı. İşte şimdi de bir yarışın içindeydiler ama bu yarış eğlenceliydi. Özellikle diğerlerinden daha güzel bisikleti olan Salih için.
Her şeye rağmen bu yarışlar Ethem ve Salih’e iyi geliyordu. Yaşadıkları çevrenin tek düzeliğinden sıyrılıp, sadece yola odaklanmak, altındaki bisikletin durumuna, yola göre strateji geliştirmek ve tüm bunları yaparken duyulan çocukça heyecan, yarıştaki bütün çocukları eşitliyor, duyguda ve yaşam şartlarında birleştirilemeyenler, bu çocukça heyecanda birleşiyorlardı.
Toz bulutunun içindeki üç çocuk, Ethem, Murat ve Orhan, kan ter içinde tarlanın bozuk zeminine girmeden ama olabildiğince manevra yaparak öne geçmeye çalışıyorlardı. Murat biraz öne atılınca bu hamleye karşılık vermeye çalışan Orhan, -mahallede en çok rekabet içinde olan iki çocuktu. Murat yarışı değil, Orhan’ı geçmenin kendisine vereceği haz için her şeyden vazgeçebilirdi.- kurumuş ve yer yer çatlamış toprakta bir an kayıp, sendeleyince, arkadan gelen Ethem, bu kısa zamanda gereken refleksi göstermemiş ve önündekine çarpmış ve ikisi de düşmekten kurtulamamıştı.
İki çocuk savruldu. Toz zerreleri havalandı. Bisikletini bırakmayan Murat, küfürler savurarak yeniden bisikletine binerken, gidona bağlı olan zilin kırıldığını fark etmedi. Dizi yüzülen ve zorla doğrulan Ethem en arkada kalmıştı. Ethem hiçbir zaman iddialı olmamıştı. Yarışı sevdiği için yarışırdı. Kazanmak için değil. Yarışı kazanmaktan ziyade, hızlı giderken bir fotoğraf makinası negatifi gibi yan yana akan resimleri izlermiş gibi yapar ve kendini zorlamazdı.
Salih, sahaya varmadan önceki son viraj olan, yabani otlar ve çocukların ‘domuz pıtrağı’ dedikleri, çabuk yayılan, büyük dikenli ve bisiklet tekerlerinin başlıca düşmanlarından olan bitkiyle kaplı yoldan geçmek zorundaydı. Dar yolun yanında iki metrelik bir uçurum ve aşağıda yazın seviyesi baya düşmüş bir kanal vardı. Bahçeleri ve tarlaları sulayan kanalın dibi taş doluydu. Seviyesine göre hızla akıp, ileride suya yön veren ilkel baraja doğru akıyordu. Yavaşlayacak vakti vardı. Yavaşladı ve dikkatlice geçti. Orhan arkasına hız kesmeden girince ara biraz kapansa da yine de yarışı kazandıracak mesafeyi korudu Salih.
Arkada kalan Murat, tere karışmış gözyaşlarını tozlu elleriyle her sildiğinde, vücuduna göre tombul olan yüzü kahverengine boyanıyordu. Öne doğru çıkık iki dişiyle alt dudağını ısırmıştı. Daha da hızlandı. Bacak kasları son raddeye gelmiş ve kasılmaya başlamıştı. Bir krampın ilk belirtilerini hissediyordu ama umurunda değildi. Murat virajı alırken vücudundan gelen sinyallere kulağını tıkadı ve kalan son gücüyle pedallara daha kuvvetli bastı. İnce bir hat vardı önündeki dar yoldan geçmesi gereken. “Ne olursa olsun Orhan’ı geçmeliyim!” diyordu bozuk dişlerinin arasından bir zikir gibi. Önce mahallenin arkalarına özgü seslerden -yani inek, kuş, cırcır böcekleri ve her daim çığlık atıp etrafa emir yağdıran yaşlı kadınlar- farklı bir ses duydu. Korktuğu başına gelmişti. Domuz pıtrağı incelmiş tekerine saplandığında, lastiği dolduran basınç bulduğu delikten dışarı doğru hücum etti. İçinde dev bir hayal kırıklığı oluştu. Hızla çevirdiği pedalı birden durdurdu. Bu hız değişimi ve kasların aşırı yüklenilmesine karşılık vücudun verdiği tepki, kramp oldu. Belden aşağısına hükmedemez olan Murat savruldu. Önce yere vuran zayıf beden, kenardaki taşlara vurup durdu. Arkadan gelen ve artık yarışı bırakan Ethem, düşen arkadaşını gördü. Bir kum torbası gibi düşmüş ve taşların kenarında durabilmişti. Çocuk taşların üzerinden yavaşça kayıyordu. Ethem bisikletten inde ve baygın halde yatan arkadaşının yanına geldi, bacağından tutup çekse, uçurumdan aşağı sarkan Murat’ı düzlüğe çekebilirdi. Paçasından tuttu. Sonra aklında bir düşünce belirdi. Kafatasının içinde güneş gibi parlayan ve hatta tepesinde, dünyayı kavuran güneşi bile gölgede bırakacak bir güneş. “Bunun” dedi yerde giderek aşağıdaki hızla akan suya doğru kayan çocuğa bakarak, “dünyaya ne faydası var? Karışıp gitse suya hayatımızda ne değişir?”
Yüzünde ince bir gülümseme oluştu. Bu karar onu memnun etti. Murat’ın paçasını sanki sıcak bir patatesi elinden atar gibi bıraktı. Kalktı. Arkasına bakmadan bisikletini yerden kaldırıp bindi. Sakindi. Uzaklaşırken, Murat taşların üzerinden önce yavaşça, sonra hızla kayıp sığ suya gömülüp taşlara çarptı ve suda sürüklenmeye başladı.
“Murat nerede?” diye soran Orhan, ağzına ve burnuna dolan tozları çıkarmaya çalışıyordu. Yüzünde soru işaretleri vardı. Yeni terleyen ince bıyıkları, çıkık elmacık kemikleri yol yol çamura bulanmıştı. Murat’la ne kadar rekabet halinde olsa da O’nu çok severdi.
“Bilmem” dedi Ethem iki omzunu da aynı anda kaldırarak. “Ben O’nu geçtim kanala gelmeden”
Orhan bisiklete bindiğinde, Salih Ethem’in yüzündeki garip ifadenin farkına varmıştı. Yalan söylüyordu. Orhan hızla bastığı pedallar sayesinde hızlanan ve bir sağa bir sola kayan bisikletle hızla uzaklaşırken Salih, “bana anlatmak istediğin şey var mı?” diye sordu.
“Yok” dedi cevap verdi Ethem, bisikletini yerden kaldırırken. Ama ikisi de buna inanmadı. “Ne olacak?” bu söz Ethem’e ait bir söz değildi. İçindeki egosunun sözüydü. Soğuktu.
Murat sulama kanalı için kurulmuş barajın dörde ayrılmış, daha derin olan sulama yerine takılmıştı. İnce kolunun biri mazgalın içine girmiş ve öylece kalmıştı. Çok su yutmuş, demir mazgala vurduğu kafası kanamış ve mazgalların arasında sıkışmıştı. Babası belini geçen suda oğlunu görünce suya atlamış ve dikkatlice kucağına alırken endişe içindeydi. “Yaşıyor!” dedi, bağırarak. Sert yüzlü adam hüngür hüngür ağlıyordu.
Kendine geldiğinde bir şey hatırlamıyordu. Nasıl düştüğü, yerde yatmasını ve Ethem’i. Annesi yani Fatma teyze, birer elmaya benzeyen yanaklarını hoplatarak elindeki, emekli olduğu kurumdan hediye kuru havluyla oğlunu kuruluyordu. Yekpare gibi duran bacaklarının üzerine yatırdığı oğlu için dua ederken öpüyor, kokluyordu. “Verilmiş sadakamız varmış!” diyordu kendini izleyen komşularına. Başına pansuman yapılmıştı. Gözleri arkadaşlarındaydı. Sağlam fırça yemişlerdi. Çocuklardan en rahatı Ethem’di. En mutlusu da Orhan, ne olursa olsun Murat’ı geçmişti.