“ŞAİR’İN ANLATILMAYA DEĞMEYECEK HAYATI”

  • 01/11/2023
  • 172 Görüntülenme
“ŞAİR’İN ANLATILMAYA DEĞMEYECEK HAYATI”

Yazık yalan şiirlerin, okunmadan katlanıp, yarıda bırakılan kitapların, dar kaldırımların, ruhsuz bakan yüzlerin, satılmamasına rağmen her sabah tezgaha çıkan gazetelerin, haberlerin, her daim aç kedilerin, mağrur köpeklerin, ölü kuşların, yalancı insanların kentinde, yani diğer bütün kentlere benzer, toplumlaşmaktan çok uzak, herkesin kendini özgür sandığı, hayali hapishanelerinde yaşarken lüks parmaklıklarıyla övünen kalabalığın, düşsüz gecelerin, karabasanların, şekilsiz, plansız, plastik çiçeklerle süslenmiş, toksik duman kusan bacalı fabrikaların atıklarıyla dolu, dişsiz bir ağız gibi kokan denize kıyısı olan mahallede, her gün sanki daha yükseliyormuş gibi görünen, yüksek aidatlı, kiralık, eskimiş bir apartmanda oturuyordu şair. Ömrünün yarıdan fazlası boşa harcanmıştı, kalanı sanki daha ucuza gidecekmiş gibi görünüyordu. Toplasan birkaç koli kitap, bir valiz eşyası ve temmuz pulu üç taksitle ödenmiş bir arabası vardı. Fazlasına ihtiyacı da yoktu. ‘İnsanın neye ihtiyacı olur ki?’ diye düşünürdü sık sık. “Bir lokma, bir hırka değil mi?” diyordu sonra, etrafına bakıp, her yeri saran, avaz avaz haykırılan, adeta beyinlere zerk edilen ve sonunda yaşananlara sırtını dönmüş, küskün inanç. Cevabını bulamazdı yaşananların. Kendinden bile sakladığı yalanların ki dar bir asansörde kapalı kalmaktan korktuğu kadar ihtiyacı da vardı onlara. Denize ihtiyacım var dedi, neden öyle dediğini bilmeden. Uzun uzun denize bakmaya fatura kesilmiyordu henüz.

Şiir yazmanın bir meslek sayılmadığı, işsizleriyle meşhur kentin, her sokağı arka sokaklara benzeyen, tekinsiz bir mahallede oturmak yazdırıyordu belki de şaire para etmeyen şiirleri. Geceleri bilinmez hedeflere nişan alınmadan ateş etmenin bir marifet sayıldığı köhne sokaklarda, ‘polisiye yazabilirim’ diye düşünürdü, aklında biriktirdiklerinden korkarak. Paha biçilemez değerde mısralara kimseler paha biçmiyordu zaten. Yine de yazmak için uyanırdı geceleri. Oysa sabah işe gitmeliydi. Her sabah söverek çıktığı, hep kötü asfaltlanmış yolda, yine şiir görürdü nereye baksa. Sisin çöküşünü izlerdi buğulu araba camından yol boyu. Kesinlikle bu mezbelelikten bozma kent şiir yazdırıyordu ona.

Bu mahallenin kışını severdi. Biraz da baharını… Sonbaharı da fena değildi aslında. Ama yazı sevmezdi hiç. Yapışkan tişörtlerin mevsimidir yaz. Sebepsizce yorgunluklar bırakır ardında. Her yanı deniz olup da denize girilemeyen kentlerde, yaza dair sivrisinekler kalıyordu akıllarda.

Evine yakın korulukta, yere düşen kahverengi yaprakların arasında uzun yürüyüşleri severdi yazmak kadar. Beyaza boyanmasını kar yağışlarında, ağaçların kar yüklenmesini ve çocuk gibi oynamayı severdi yazmak kadar. Yazmak kadar hayatı da severdi demek ki. O’nun gözlerinden izlemeyi hayatı… İsmi derde deva, asla bu şehir gibi kokmayan, kalbinin güzelliği ile yüzünün güzelliği arasında amansız bir mücadele olan o kızı severdi yazmaktan fazla. Tüm erken ölümlerin ve boşa yaşayan insanlara inat yaşamayı seviyordu. Çoğu zaman bir öksürük nöbeti gibi olsa da seviyordu. Bir mısra daha diye diye sayfalar doldururken çayı seviyordu. Gölgeli bir akasya ağacı gibi sığındığı anason kokusunu severdi çakır keyif uykularda. Çınar ağaçlarının yapraklarının hışırdamasını seviyordu. Rüzgârda seslerini dinlemek için uyanırdı. O sabahlar da yine uykusuzluğa söverdi. Sövmeyi de severdi yazmak kadar.

İletişime Geç
Yardıma mı ihtiyacınız var?
Merhaba! Esinti Yayınları 👋
Size nasıl yardımcı olabiliriz?