O sabah, gözlerimi açtığımda herkes gibi ben de dehşete uyanmıştım. Tüm kanallar canlı yayınla depremin büyüklüğünden ve yaşanan acının tarifi imkânsız olduğundan bahsediyordu. Sabahın erken saatlerinde birkaç arkadaşımız yollara düşmüştü bile. Biz biliyorduk ki bir canı kurtarmak tüm insanlığı kurtarmakla eş değerdi. Personele atılan mesajla gönüllü olarak deprem bölgesine gitmek için can atan arkadaşlar kısa sürede geri dönüş yapmaya başlamışlardı bile. 7 Şubat günü akşama doğru yola çıkma zamanı gelmiş, 19 gönüllü Din Görevlisi ile karınca misali de olsa bir cana merhem olma heyecanınız hüzünle harmanlanmaya devam ediyordu. Yol uzundu, fakat bir an önce bitmesini istesem de karşılaşacağım manzaraya kendimi hazırlamaya çalışıyordum. Sonra ne mi oldu? Yol bitti bitmesine de asıl biten ve gücü azalan bendim.
Zaman engel olunamaz olaylara gebe. Kısacık hayatımızda asırlık olaylarla karşılaşacağını kim bile bilir ki? Kim dedi ki yıllar sonra bir olayla karşılaşacaksın ve aklım duracak, ruhum deliye dönecekti. Yolunda giden tek şey hayallerdi aslında desem de buna kendimi bile inandırmakta güçlük çekmekteyim. İşlerin yolunda gideceği tek yer cennetti aslında. Cennete gitmek için de ölmek gerekti ve biz dünyayı hiç bitmeyecek zannettik. Her gece hayal kurarak koyduk başımızı yastığa. Hayal olduğunu, gerçekleşme ihtimalinin milyonda bir olduğunu bile bile. Kısacık hayatta bin yıllık olayla baş etmenin ne kadar zor olduğunu ne anlatabilirim ne de yazabilirim sizlere. Birkaç dakika önce arka arkaya sıraladığım her şey aklımdan uçup gitti şu an. Güzel rüyalar görmeyi çoktan unutmuştum ben, kâbuslarla uyanmak ya da uyuduğunu zannetmek elzem bir durumdu. Uyumadan rüya görür mü insan? Görüyordu, görmüştüm ve bu durumu düşmanımın bile yaşamasını istemiyordum. Hani dünya bir tarla ve biz ekip biçip gidecektik? Bazımız ekti biçemedi, bazımız ise biçti, ne var ki mahsulü göremedi. İşte bu tam da kaderdi.
İnsanoğlu pamuktan narin, mermerden serttir benim nazarımda. Öyle olaylara göğüs gerer ki bazen usta bir el tarafından işlenmiş keskin bir kılıç, bazen de işlenmemiş çelik zannederiz. Kısacık hayatta bin yıllık yükü kaldırmak insana özgü bir şey olmalı. Kur’an-ı Kerimde öyle deniliyor zaten. ‘’Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez.’’. Şu an onlarca yıllık yaşantım boyunca nelerle karşılaştım arka arkaya sıralayıp sohbet edip olanlardan ve olmasını istediklerimden bahsedecektim; ne var ki tüm olanları elimin tersiyle itip ülkemin uyumadan kâbus gördüğü, saatlerce ağladığı şubat ayazında buluverdim kendimi. Ruhum bedenimden önde gitti zannımca! Şu an sıcak odamda tir tir titremek istiyor gibiyim. Aklıma geldikçe delirmemek için tüm gücümü kullanıp, bitkin düşmekten korkuyorum. Şubat tüm aylardan kısa olsa da ikisi ve altısı mıh gibi çakılı belleğimde. Alzheimer olsam unutmam, gözyaşım olsa kurumasına izin vermem, diye düşünüyorum. Gözyaşımı taze tutmalıyım ki, ansızın gelecek acılara hazır olmalıyım diye iç sesimle acı bir muhabbetin tam ortasındayım yine. Kendi kendime konuşmayı anladım da cevap vermeye başlayınca halim hiç de iç açıcı görünmüyor. Gidişatım hiç de iyi değil, yol psikolog gibi görünüyor adresin sonunda. Şimdi yakını kaybetmiş bir kardeşimin acısını alevlendirmek değil emin olun maksadım. Pirim yapmakla asla işim olamaz. Ben yazarak içini döken bir mahzunum sadece. Yazmasam deliririm, desem en doğru tanım olur, kendime.
Bilmiyorum kaç şubat daha alabora olacak ahir gönlüm. Bu, ikinci şubat depremi, yüreğimi yerle bir eden. Ruhum ve bedenim volkan gibi kaynarken ayazında donduğum günlere yolcuyum şu an. Gözlerimi kapatınca hep oradayım bu aralar. Kâbus gibi çöktü bugünlerde Kahramanmaraş Kapıçam Mezarlığı üzerime. Orası benim ve ülkemin hayattaki nazarlığı. Yok ki Azrail’in pazarlığı. Parayı, pulu atasın gelir çöpe. Bırakın hayatla pazarlığı. Bırakasım gelse de yazmayı, yazmasam delirecektim, orası olmasa şüheda mezarlığı.
Yaşanan acının büyüklüğü parçalanan yollardan, yerinden oynayan dağlardan belliydi. Toprak bu kadar incinmişken anneler, babalar nasıldı acaba? Ya çocuklar? Ya sessiz kullar? Çalınan demirler, çimentolar hiç acımamış canlara!
Milyonlarca soru yağmurunda uzayıp giden paramparça yolun sonundaki manzara aklıma öyle bir kazındı ki tekrar tekrar izlenen dramatik bir filme dönüştü. Her şeye alışıyor da insan binlerce kişinin aynı anda ağlaması yok mu, kepçeciye bir kürek toprak da bana at bitsin bu feryat demek istiyordum o an. Sıra sıra çam fidanlarının dibinde uyanmak nasıl bir duygu diye sordukça sordum kendime. Cevap mı? Bulamadım tabi ki de. Akşam sıcak yuvasında tebessümle kapanan ışıklar, sadık yâre sarılınca açılacak deseler, o gece güler geçerdik belki de.
Altı Şubat sabahı öyle bir sallandı ki ülkem, sanki yer yerinden oynadı. Aklımda binlerce soru var ve benim bir tanesini bile cevaplamaya mecalim yoktu. Cevaplamaya cesaret eden olmaz da ben yine de sormak isterim. Sadece bunların cevabını yazabilirim. Kahraman Maraş’tan Hatay’a uzanan feryattan, feryat edenlerden ve enkaz yüreklerden diyerek zorda olsa bağladım cümlemi.
Tüm ailesini kara toprağın şefkatli kollarına emanet eden bir genç kız:
-Abi diyor, abi ben şimdi kimsesiz kaldım ya beni kimsesizler mezarlığına mı gömerler ki?
Cevapsız kalan sorunun sonu mu? Elbette hüzün ve gözyaşıydı. Ben, şaşkınlıktan heder olmuşken, dondurucu şubat ayazında incecik elbiseli çocukları gördükçe bedenimde buz dağları yükseliyor, yüreğimde ise volkan kaynıyordu. Küçük çam ağaçlarının arasına kazılan uçsuz bucaksız mezarlıkların başında hiç tanımadığı insanlara sarılabilmek için oradan oraya koşuşturan insan seliyle doluydu. Hele biri vardı ki: gözyaşlarım mürekkep, hayalim kalem, toprak ise kâğıt oldu bana.
Öyle bir sarıldı ki;
Yuvam ol der gibiydi.
Yüreğinin yangını yüzüne vurmuş,
Ayazda alın teri de neyin nesiydi?
Titriyordu!
Toprak yaramazlık yaptıkça
Korkuyordu.
Acaba diyordu, acaba…
Abi!
Ben şimdi kimsesizim ya,
Beni kimsesizler mezarlığına mı gömerler ki?
Boncuk boncuk akan gözyaşından
Doksan dokuz bin tespih çıkar.
Son kez içine çektiği koku var ya;
Satışa çıkarsan yok satar.
Veda zamanı,
Yürek bir değil bin atar.
Hep o soru
Acaba diyordu, acaba…
Abi!
Ben şimdi kimsesizim ya,
Beni kimsesizler mezarlığına mı gömerler ki?
Teselli sözcükleri sözlüğümü terk etti o an.
O, ağladı ben ağladım.
Aklıma tek kelime gelmedi inan.
Titriyordu!
Toprak oynadıkça
Kalbini yokluyordu.
Aklında hep o soru
Acaba diyordu, acaba…
Abi!
Ben şimdi kimsesizim ya
Beni kimsesizler mezarlığına mı gömerler ki?
Şu an kaburgalarımın üzerine Bilal-i Habeşî’ye eziyet veren o koca taş var sanki. Sürçü lisan ettiysem af ola. Aklımda yüzlerce soru. Cevap aramaya ne mecalim kaldı ne de zamanım. Kendi kendime onlarca soru sordum: Birkaç saniye sonra sınav var ve hiç hazırlığı olmayan öğrenci kadar çaresizim.
-Ayazda terler mi insan?
-Gözyaşı toprağa değmeden donarken yürekten buhar nasıl çıkar anlatabilir mi?
-Hiç düşündünüz mü? Mutluluk gözyaşı berrak da hüzün gözyaşı neden siyah akmaz? Bilmiyorum. Öğrenecektim belki de yıllar sonra.
-Cennete yolcuya ağlanır mı diye kendime sorduğum soruya, soruyla cevap vermek nasıl bir duygu diye sorarsan eğer sorma bana. Onu da bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum bu aralar.
-Mezarlıklar ölüm kokarken gül bahçesinde gül koklar gibi durur mu insan?
-Hasat mevsimi de değildi ki, gözyaşları terle neden harmanlansın?
-Molozlar kalkar da ya yüreklerdeki enkazlar?
-Biz bölüşmeyi öğrenelim diye mi bölündü aileler, yollar ve dağlar?
– Enkazda yeşeren güne bakana neden sarılmadı ki sarmaşıklar?
-Kimsesiz kalan genç kız, beni kimsesizler mezarlığına gömerler mi, dedin ya bilmiyorum desem darılmazsın değil mi bana?
-Annem, merak etme mezarlığa damla damla akan gözyaşlarımdan bana da kaldı mı dedin ya, meraklanma şimdi taptaze aktı yanağıma.
-Yüreğim buz iken, benim ısındığımı mı zannediyorsun diye boşuna mı söyledim ben?
-Buz kesen yüreği, alev alev yanan ateş ısıtır mı, dostum?
-On beş sene gül kokladım, devamını cennette koklayacağım diyen babanın teslimiyetini biri anlatabilir mi bana?
-Zemheri gibi soğukken yanar mı insan?
-Nişanlısının mezarında isyan etmeden oluk oluk gözyaşı akıtan sevdalıya hayran kalmış mıdır, kara toprak?
Annesine sarılmış küçük kız:
-Cennet nasıl bir yer, sordun ya, herkesin yüreğini kızgın demir ile dağladın, ben ise sadece ağladım. Biz ağlasak ne olurdu ki ülkemin sokakları gözyaşı ile ıslanmış ve pınar olmuş akıyordu. Milyonlarca gözden akan yaşlar söndüre bilir miydi, bu yangını?
Tek gündem depremdi, bu günlerde. Yıllardır alabora olmuş hayatımız çıkılması imkânsız bir girdabın içine sürüklenmiş ve biz sadece çırpınıp duruyorduk. Gözleri kapanmadan rüya görür mü insan? Uyumadan kâbus görmenin verdiği ıstırabı anlatmaya gücüm yetmiyor artık, dostlar. Kapıçam mezarlığında gece saat dört kırk beş. Çıplak ayaklı, incecik elbiseli çocuklar ayazda terlerken kemiklerime kadar işleyen soğuğa sert bir tokat atmak istercesine yaktığım ateşin başında şöyle mırıldanmaya başladım.
-Isınmak istediğimden değil, sırf kafayı sıyırmamak için değişik bir şey yapmalıydım sabaha gebe gecede. En çok sevdiğim şeyi, yazmayı başarabildim sadece:
Isındığımı Zannetme!
Yüreğim buz, benim
Cennete yolcu bir minik, annesine sarılmış
Zemheriye döndü ruhum ve bedenim
Ve o ses!
Kapkara bir gecede biçildi
Mahşer giysim, tek kat kefenim
Sanki kıyamet kopmuş da
Melekler insanları topluyor
Son bir sur kalmışçasına
İsrafil’im güç topluyor!
Toprak durup durup hopluyor
Az ileride bir baba evladını kokluyor
Son bir ümitle kalbini yokluyor
Kapkara bir gecede
Dudaklar gözyaşı topluyor
Şehirler sessiz, ışıklar titrek burada
Umut anonsu sirenlere kanmıyor, bu arada
Tel gibi kıvrılan raylar şaşkın
Umuda yolcuları trenler salmıyor burada
Kapkara bir gece
Fersah fersah ölüm kokuyor,
Dudaklar besmele dokuyor, bu arada
Gözyaşı damla damla kefenlere değiyor, burada
Dün umuttu, bugün ölüm kokuyor toprak
Zemheride canlanmaz ki kararan yaprak
Anne gibi kucağına sarmalıyor samimi toprak
Ahiret kervanından binlerce ses:
Çok bekledim oyalamayın bedenimi
Amellerim var daha tartılacak
Kapkara bir gecenin sabahı
Binler, Arafat’ta uyanacak!
Ben kıyamete, binlerce can mahşere uyanmıştı. Ölüm kokuyordu ayaza inat. Ben evimin penceresinden izlemek istiyordum hayatı, ne var ki milyonlarca insan evsiz, kimsesiz kalmıştı. Sustum, utandım, ar ettim. Dünyalık isteklerimi kendime söylemeyi bırak, dudaklarım titredi; gücü yetmedi karanlığa bile fısıldamaya!