DOKUZUNCU BÖLÜM
Bu yalnız evde bir insan sesi olsun diye camı açardı. İnsanları sevmezdi. Uzaktan seslerini severdi sadece. Arada aklından geçen, “acaba hayatımda birisi olsa nasıl olurdu?” diye sorarken bulurdu kendini. Kendine kızardı böyle durumlarda. Süremeyen evliliği yaşanmamış gibiydi, hiçbir anı kalmamıştı. Aklına hemen Müge geliverirdi. Yüzünü unutmuştu. Yalnızca tepesinde topladığı kahverengi saçlarını hatırlıyordu. Öylece camdan bakarken aklına gelen bir anıyla adeta sarsıldı. O anıyı tamamen unuttuğunu sanıyordu. Derin bir nefes alıp gözlerini sisli uzaklara dikti.
Ethem, Salih’ten gelen telefonla uyanmıştı güne. Sabaha kadar uyumamış, hayatında bir eksiklik olduğunu düşünmüştü şafak sökene değin. Bir sürü eksiklik bulmuştu kendinde ama hiçbiri içindeki boşluğa uyacak kadar büyük değildi. “Tamam, soğuk biriyim. Fazla arkadaşım yok” dedi ve sonra, “gerek var mı?” diye sordu kendine. “Benin yeteneğim ne?” dedi sessizce kendine sonra. Bulamadı cevabını. Saatler saatleri kovaladı ve sonunda bu sarmala dönmüş akıl karışıklığında uyuyup kaldı.
Bu telefondan memnun olmamıştı. Karşısında, uykusunu almış, neşeyle dolu bir ses vardı. Hep enerjik, hep hayat doluydu. Ethem ise genç yaşına rağmen ve ömür boyu peşini bırakmayacak olan kas ağrıları sayesinde hep yorgundu. Bu coşkunluğa kızdı önce. Bu kızış bir sonraki gecede uykusunu mahvedebilirdi. Tek arkadaşına o kadar çok kızmıştı ki, inci gibi sıralanmış dişlerini dökebilirdi.
“Ne oldu?” Diye sordu söver gibi.
“Uyan” dedi, “işimiz var!”
Ne işimiz var diye soramadı. Bu da kötü huylarından biriydi. Biliyordu Salih’le her gittiği yerde eğlenirdi, hoşça vakit geçirirdi ama gidene kadar gitmek istemezdi. Kalktı, sağ eliyle saçlarını taradı. Sol elindeki telefonu yanağıyla omzunun arasına sıkıştırıp bir süre cevap vermeden durdu ve “tamam” dedi.
Salih bir şeyler anlatıyordu. Ethem sabahları böyle olurdu. Esrik ve miskin… Kahvaltı için sandviç hazırladığı duydu sadece. “Tamam” dedi tekrar. “Elimi yüzümü yıkayayım.”
Sokağa çıkınca daha iyi hissetti. Serin bahar rüzgârı tam kurulamadığı yüzüne vurunca içinde tatlı bir ürperti hissetti. Yanında tuttuğu bisikletinin lastiklerini kontrol edip, karşıdan gelen Salih’in yanına birkaç pedal da vardı. “Uyan dostum!” dedi neşeyle. Ethem’de neşelenmişti. Birlikte dar asfalt yolda ilerlerken, Salih, “Selda’nın bir arkadaşı var” dedi hızlanmış nefesinin arasından.
“Eee” dedi Ethem merak içindeydi.
“Eee si şu dört tane sandviç yaptım, termosta çay ve birde meyve suyu var. Dördümüz piknik yapacağız.”
Ethem iki frene de aniden asılınca bisiklet kayarak durdu. Öyle durmuştu ki, dünya tersine dönmüştü sanki. “Neden önce söylemedin?” diyerek üstündeki kıyafetleri gösterdi. Dizlerine kadar uzanan bir şort ve eski tişörtten ibaretti üzerindeki kıyafetler. Hayatında ilk defa böyle bir buluşmaya gidecekti ve O, yataktan kalktığı gibi çıkmıştı evden. Öyle ya her zaman kızlarla deniz kıyısında piknik yapmıyordu.
Bu konuyu aralarında çok tartıştılar. Bir ara Ethem dönmek istediyse de Salih buna izin vermedi. Kendi üstündekiler de günlük kıyafetlerdi ama Salih ve Selda’nın ilk piknikleri değildi bu. Sonunda karşısındaki hırçın bir at gibi davranan Ethem’i ikna etti Salih. İçindeki heyecanı bastırmaya çalışan Ethem’i kendi içinde bırakan Salih, hızla bastığı pedalları sayesinde deniz kıyısına önce varmıştı.
Denize iki metre mesafede oturmuştu iki kız. Selda dizlerine kadar uzanan bir elbise giymişti. Çiçek desenli, beyaz bir elbise… Esmer teni, sabah güneşinde parlıyor, saçları narin omuzlarına dökülüyordu. Hafif yan oturmuş iki kız, denizi izlerken bir şeyler konuşuyorlardı. Diğer kız ise, yani Halide, bol bir kot pantolon giymişti. Üzerinde siyah bir tişört vardı. Saçları ensesi hizasında küt kesilmiş, en alt kısımları sarıya boyanmıştı. Kızlara arkadan yaklaşırken Ethem, yanında tuttuğu bisikletinin gidonunu istemsizce sıkıyordu. Serin havaya rağmen elleri ter içindeydi.
“Sakin ol” dedi Salih, arkadaşının heyecanını yatıştırmaya çalışıyordu. Cevap vermedi Ethem. Arkadan gördüğü kıza bir karakter yazıyordu aklında. Arada bir, “ne heyecanlanıyorum, oda bir insan!” diyorsa da bunun bir işe yaramayacağını kendi de biliyordu. Attığı her adım sanki onu uzağa götürüyordu. Masmavi parlayan denize atlamak ve kaybolup gitmek istiyordu.
“Neden buradayız?” dedi. Bunu içinden söylediğini sansa da, dışından söylemişti. Bunu fark edince devam etti. “Bu tam bir emrivaki oldu ve biliyorsun hiç hoşlanmam.”
“Biliyorum ama başka türlü gelmezdin. Bir arkadaşın olsun istedim. Beğenmezsen görüşmezsin bir daha…” dedi ve arkadaşının yüzüne bakarak, “şu yüzünü toparla.”
İnce çakılların üzerinde yürürken çıkan sesi duyan kızlar sohbetlerine ara verip arkalarını döndüler. Salih’i her görüşünde yüzünde güller açan Selda’nın yüzü ışıldadı yine. Yanında oturan Halide ise gergindi. Kaşının üzerinde nohut büyüklüğünde bir ben dikkat çekiyordu. Onun dışında sıradan bir yüzü vardı. Beyaz tenli, ince çeneli ve küçük ağızlı bir kızdı. Hafif kemikli burnunda bir hızma vardı. Kızarmış kulaklarından iki halka küpe uzun boynuna doğru uzanıyordu. Siyah tişörtünün önüne bir düğüm atılmıştı. Kızlar ayağa kalkıp, Ethem ve Salih’i karşıladılar.
Salih Selda’ya sarıldı. Ne çok sıkı ne çok gevşek… Bu onların ‘merhaba’ deme şekli olmuştu. Ethem ise Halide’ye umulmayacak kadar uzun bakmıştı. Kız elini uzattı. Beyaz elinde mor damarlar belli oluyordu. Küçük elleri vardı.
“Merhaba” dedi, “ben Halide.”
“Ethem.”
Salih Halide’nin hatırını sordu ve sessizce oturdular. Denizin hafifçe kıyıya vurma sesi içinde saniyeler yavaşlamıştı. Tanışma sözlerinin doğum sancısı yaşanıyordu. Sessizliği bozan Selda oldu.
“Acıktık, menüde ne var?”
“Sandviç, çay ve meyve suyu…”
“Bende zeytin getirdim” dedi Selda.
“Bende reçel ve yumurta…” dedi çantasından çıkardığı poşeti havaya kaldıran Halide.
“Ben kendim ancak gelebildim” dedi kendinden beklenmeyen bir atak yaparak Ethem.
Kahvaltı yaparken yüzeysel konuşmalar oldu aralarında. Okuldan, diğer arkadaşlarından ve öğretmenlerinden bahsettiler. Ergenliğin içinden geçen dört genç çocukça bir neşeyle konuşuyorlardı. Ethem fark ettirmeden Halide’ye bakıyordu ama bu o kadar belli oluyordu ki sakin kumsalda, “ben sana bakıyorum!” diye avazı çıktığı kadar bağırsa o kadar belli olurdu. Kızın kendisine de arada bir baktığını fark ettiğinde rahatladı. Kızın yüzünde olgun bir gülümseme vardı. O gençliğin ateşinin arasında ferah bir rüzgâr gibi esiyordu. Saatler öğlene yaklaşınca artık tepeye varan güneşin altında oturmak zorlaştı. Sahile iki yüz metre kadar geride olan, sonradan ağaçlandırılmış ve altlarına banklar yerleştirilmiş, uzaktan bakılınca tüm doğal dengeyi bozan alana gitmek zorunda kaldılar. Bir piknik bankına karşılıklı oturdular. Ethem’in bu coşkusu uzun bile sürmüştü aslında. Her daim ona zorluk çıkaran ve hatırlanmaması gereken ne varsa, olur olmaz önüne getiren beyni yine işbaşı yapmıştı. Müge geldi aklına. Müge ne yapıyordu? Sadece birkaç kez bakıştığı, arkadaşça selamlaştığı ve maçlarda ileride oynayan kıza sadece üç beş kez uzun top attığı, adı konulmamış bir bağla bağlandığı Müge ne yapıyordu? Kendisi bu kızın karşısında ne yapıyordu? Bir şelale ferahlığıyla gülen kız acaba kendisinden ne bekliyordu? Etrafına baktı. Gözleri Müge’yi aradı. Olmadığını görünce rahatladı.
Zaman geçiyordu. Ethem yine içindeki derin kuyuya düşmüştü. Salih bu duruma alışıktı ama kızlar anlam veremediler. Ethem birden ayağa kalktı. Benim gitmem lazım diyebildi. Salih sormamıştı bile nedenini. Kızlar ise kısa birkaç sorudan sonra vazgeçtiler. Çakılların üzerinden koşarken bisikleti yanındaydı. Yola varınca hızla atladı bisiklete. Kıvrımlı yolda durmadan devam etti gözden kaybolana kadar. Halide sormadı ne olduğunu. Selda da.