“SIRADAN BİR ADAMIN SIRLARI” – 8. BÖLÜM

  • 18/01/2024
  • 119 Görüntülenme
“SIRADAN BİR ADAMIN SIRLARI” – 8. BÖLÜM
Eray AkgülEray Akgül

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Böyle bir sabah olmamalı diye düşünerek uyandı yine Ethem. Soğuk odada nükseden ağrıları yine onunlaydı. Yorganı başının üzerine çekip sıcaklığı iyice hissetme niyetindeydi. Ayaklarını yorgandan dışarı çıkarıp tekrar yorganın altına soktu. Uzanıp saate bakma isteği oluştu içinde. Oysa zamanla bir işi yoktu. Sadece gelecek kiranın geliş tarihini bilse ona yeterdi. Zorla kalktı. Kulağı gece uyurken dinlediği şarkıları aradı ama sessizlik vardı. Yine az uyumuştu. Kaliteli bir uyku uyumayalı yıllar olmuştu. Olmuş muydu öyle bir uykusu? Düşündü. Ayaklarına geçirdiği eskimiş ve dikişleri atmış terliğinden taşan topukları üşüyordu. Banyoya vardığında ise hala ne zaman güzel bir uyku uyuduğunu düşünüyordu. Yaşlanmış yüzüne bakmamaya çalışarak yüzünü yıkadı. Soğuk suyla yüzünü yıkamayı her zaman sevmişti. Çocukluğunda yaşadığı Yokuşlar Şehri’nde, buzla kaplı dik yollarda naylon poşetlerle kaydığı zamanları hatırladı. Baharda yemyeşil açan, dere kıyısındaki bahçeleri düşündü nedensiz. Sonra ilk gençliği ve yetişkinliğe giden zamanlarında yaşadığı, güneşin her yeri kavurduğu, uzun kumsalları olan, hep aklında sarının tonlarıyla kalmış, Palmiyeler Şehri’ni. İlk gittiklerinde görmüştü palmiyeleri. Kocaman bir parkın etrafına muntazam dizilmiş, kahverengi gövdesi yılan gibi deri değiştiren ve gökyüzüne değdiği yerde yeşil dikenler gibi yapraklar fışkıran o muhteşem ağaçlar. Arada dallarına konan papağanları yakalama hayalleriyle altlarında dolandığı o uçarı dönem. Güneş yorgunu bedenin akşam saatlerinde, mezarlığa bakan balkonun serin betonun üzerinde uyuya kalınan ve tatmin edici o uykular geldi aklına. Yaşlı yüzü memnuniyetle gülümsedi. Aynada sık saçlı o çocuğun masum yüzü beliriyordu. “Bu ben miyim?” diye sordu yılların yorduğu yüzünün yerine aynada beliren yaşlı yüze hayretle bakarak.

Oydu. Gençliğin enerjisi okunuyordu. Daha ağrıları yerleşmemişti vücuduna. Sabahları enerjik uyandığı çağları… Ergenliğin uğramadığı o günler… Bir yaz günü… Bordo bir şort ve üzerinde, bu şehrin bütün çocuklarında olduğu gibi güneşin soldurduğu ve artık rengi belli olmayan bir tişört…

Evlerinin arka cephesinin baktığı mezarlığa gitmeye karar verdi. Dedesine bir gün, “Ben ölülerden korkuyorum” dediğinde, cevaben, “dirilerden kork asıl” dediğini hatırladı. Haklı olduğunu anladı, her daim saçları geriye yatırılmış, ince kemerli burunlu, kısa boylu ve hep sinirli gibi duran, küçük yüzlü adamın. Dedesinin sıcaklardan bunalıp, silme soğuk su doldurduğu fıçıya girip keyifle gülümsemesini düşündü. Hatta fıçının yanına yaptığı yüksek sehpadan çayını içmesini. Sonra aklının gelip gitmesini düşündü. On iki çocuğu kömür ocaklarında bekçilik yaparak büyüten adam, şimdi kendi bir çocuktan farksızdı. Keskin bir sirkeydi dedesi ve ömrünün sonuna kadar zararı ananesineydi. Masmavi gözleri, bembeyaz saçları eşarbının altından görünen, kilolu, kısa boylu ve doğduğu toprakların tüm özelliğini taşıyan bir kadındı. Masmavi gözlerinin bir tanesi sürekli sulanırdı. Nedeni ise Ethem’i hala derinden üzerdi. Yağmurun yeni dindiği bahçenin köşesinde durup çevreyi izliyordu Ethem. Yerde bir taş gördü. Tam fırlatmalık bir taştı. Yuvarlak ve ele oturacak cinstendi. Böyle taş kolay kolay bulunmazdı. Taşı aldı. Tüm gücüyle fırlattı. Taş kapıdan henüz çıkan ananesine isabet etti. Ve yaşlı kadın ömrü boyunca sol gözünden çekti. Derin bir nefes aldı Ethem.

Mezarlığa baktı balkondan. Hiç diri görünmüyordu. Öğlen güneşinin parlattığı mermerler onu çağırıyordu sanki. Balkondan aşağı sarkıp, mezarlıkla çıkmaz sokağı birbirinden ayıran, üstü eski bir su kanalı olan duvarın üzerine atladı. Su kanalında dokuz ay su olmazdı. Etrafa baktı, kimseler yoktu. Duvar üstünde yürümeye başladı. Dizi derinliğindeki kanalın içine girip görünmeden yürümeye başladı. Dört metre duvarın alçak bir yerini arıyordu. Böyle maceralara Salih’le atılmaya alışmıştı ama O, ailesiyle tatile gidecekti. Anne ve babası çalışıyordu. Küçük adımlarla, balkonların gölgelerine saklanarak birkaç dakika yürüdü. Bir incir ağacı gördü. Kalın gövdeli ağacın en üst dalı yarım metre aşağıdaydı. Gövdesinin bir kısmı duvarın içinde kalmış ve o kısmı parçalamıştı. Sanki birer çıban gibi gövdesine bağlı çıkıntılara basarak indi ağaçtan. Alçak çalıların içine indi. Bu gibi yerlerde yılanlar olabilirdi, dikkatli yürüyerek ilk mezarların olduğu yere vardı. Çam ağaçlarının gölgelediği mezarlığın içi nispeten daha serindi. Balkondan atlama, duvarda yürüme ve inme, çalıların içindeki endişeli yolculuk yormuştu zayıf vücudunu. Az ilerideki çeşmenin yanına gidip kafasını suyun altına soktu. Önce ılık akan su gittikçe soğudu. Ağzını dayayıp kana kana içti. Mezar taşlarını okumaya karar verdi. Çeşit çeşit isimler ve tarihler vardı. Bazılarında şiirler ve dualar yazıyordu. Yan yana dizilmiş mezarlar, ölü bedenlerin ebedi ikametgâhlarıydı. Sonra ileride bir yaşlı adamın, bir mezarı suladığını gördü. “Neden?” diye sordu kendine. Adamın yanına yanaştı ve izledi. Mezarın üzerindeki çiçekleri suluyordu adam. Çiçeklerin arasındaki ayrık otlarını temizliyor, kuru yaprakları koparıyordu. “Bu çiçeklerde ölülerden bir iz var mıdır?” dedi içinden ve ürperdi. Hemen uzaklaştı oradan. Çeşmenin yanında durdu tekrar. Bunu düşünmeye başladı. “O adam o yüzden suluyor çiçekleri demek ki” dedi kısık sesle ve gülümsedi. “Orada yatandan olan parçalar daha da büyüsün ve bir çiçeğin bedeninde hayat bulsun.” Bu fikir hoşuna gitti. Etrafına baktı. Mermer denizi gibiydi. O kadar çok vardı ki. Hepsinin üzerinde çiçekler vardı. Kimisi bakımsızdı. “Hiç sevenleri yok mu?” diye geçirdi içinden. Üzüldü. Bir mezarın yanındaki kovayı aldı ve koşarak çeşmenin yanına geldi tekrar. Suyu dolduruyor, mezarlara döküyor ve kuru otları temizliyordu. Saatler geçmişti. Daha yapılacak çok işi vardı. Bu o kadar hoşuna gitmişti ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadı. Çeşmenin serin mermer duvarının üzerine oturdu. Çok yorulduğunu işte o zaman hissetti. Yüzünü yıkadı, su içti. Serin mermerin üzerine uzandı ve kıvrıldı. Hemen uyumuştu. Saatler sonra uyandığında ise herkes onu arıyordu. Sağlam bir fırça yedi. Yaşadıklarını bir tek Salih’e anlattı. Onunda aklına yatmıştı. Ara sıra bunu tekrarladı iki kafadar.

İşte o uyku, en iyi uykusu olabilirdi. Ebedi uykuya yatanların arasında deliksiz bir uyku… O uykuyu özledi ve Salih’i. Palmiye Şehri’nde o mezarlık küçücük kalmıştı. Şimdi yaşadığı Uğultuların Şehri’nde ise daha büyük mezarlıklar vardı ama onun artık mezar sulayacak hali yoktu. Bir mezarlıkla tek alakası artık, bir mezarın bizzat içinde dalınacak ve bugüne kadar ki bütün uykuları kıskandıracak bir uykuydu.

İletişime Geç
Yardıma mı ihtiyacınız var?
Merhaba! Esinti Yayınları 👋
Size nasıl yardımcı olabiliriz?