ALTINCI BÖLÜM
İçinde tuhaf bir duygu vardı. Tarif edemeyeceği bir duygu… Sevince benzemiyordu. Hüzün de değildi. Keder, efkâr, heyecan da değildi. İnce biz sızı vardı sadece. Acı vermeyen ve tamam hissettirmeyen bir duygu. Kendini ait hissettiği mahalledeydi. Çocukluğu ve gençliğinin geçtiği Palmiyeler Şehri kadar sıcak değildi yaşadığı kent. Daha çok yağmur yağıyordu. Daha büyük, daha kalabalık ve bu şehirde dibine kadar yalnızdı. Bunu da seviyordu aslında. Birine, “yağmurda yürüyelim mi?” diye sorsa, “bu yağmurda yürünür mü?” Karşılığını almaktan korkuyordu. Yağmurda yürümek istiyorsa yürüyordu. Sonra kar yağıyordu. Sakallı, kırışıklıklarla dolu, yaşlı yüzü ve yorgun vücudunun içinde, her an kar yığınlarının arasında yuvarlanabilecek bir çocuk vardı. Ethem memnundu hayatından. Bu onu rahatsız ediyordu. “Nasıl mutlu olabilirim?” diye soruyordu içinde mutluluk hissettiğinde.
Salih ölmüştü. Kadim dostu. Onun cenazesine katılmıştı. Uzaktan bir yabancı gibi… Böyle durumlarda ortalama biri çok üzülürdü, üstelik Ethem’in durumunda olan birinin.
Salih’ten ilk ayrılığı, üniversite için başka şehre gittiğinde yaşamışlardı. Onu çok aramıştı. Okulda hayata dair bir şey öğrenemeyeceğine karar vermiş ve yarıda bırakmıştı. Her şeyi göze alarak evine dönmüştü. Salih ise onun gibi yapmamıştı. Okulunu bitirmişti. Hem de başarıyla. İş için birkaç şehir değiştirmiş, en sonunda Uğultular Şehri’nde buluşmuşlardı.
Salih çok değişmişti. Ya da Ethem öyle zannediyordu. Yaşaması, bu acımasız hayata direnmesi için yapması gerekeni yapan Salih evlenmişti de. Bir çocuğu olmuş ama çok yaşayamadan ölmüştü. Bir çocuk daha yapmaya çalışsalar da olmamıştı. Salih büyük sıkıntılar yaşadığı karısını çok sevmese de ona hep saygı duymuş, hiç yalnız bırakmamıştı. Aklının bir köşesinde tuttuğu ilk aşkı Selda’yı kalbinde tatlı bir sızı olarak tutmuş, bundan hiç bahis açmamıştı.
Ethem ise babasının ölümünden sonra, annesinin ısrarıyla bir evlilik yapmışsa da bu beraberlik sadece iki ay sürmüştü. Evlendikleri günün gecesinde, Ethem, “ben pişmanım” demişti. Neye uğradığını şaşıran kız, uzun bir sessizlikten sonra, “birkaç ay evli kalalım, sonra ayrılalım” demişti. Evliliği sadece birkaç saat sürmüştü. Kızı sadece mahkemede görmüştü. Ne evlenme aşamasında, ne düğünde, ne ilk gecedeki konuşma da ne de boşanırken en küçük bir duygu hissetmemişti. Kız, Ethem’in yüzünden bu işin uzamayacağını anlamış, hiç direnmemişti. Hayatına başka kimseyi almamıştı. Yüzündeki kırışıklıkların bir şahidi yoktu. “Salih yapması gerekeni yapıyor” diye arkadaşını temize çekmeye çalışsa da kendi içinde bunu başaramıyordu. İçten içe ona hınç duyuyordu. Öyle bir hınç ki bir kadife bıçakla kalbini çıkarmak istiyordu.
Ev soğuktu. Isıtmaya bütçesi yetmiyordu. Risk almadığı hayatı ona dolgun faturaları ödeme lüksü kazandırmamıştı. Erken ölen babası ve onun ölümüne dayanamadan kocasının yanına giden annesinden kalan evi ve dükkânı satmıştı Palmiyeler Şehri’nden göçerken. İş için geldiği Uğultular Şehri’nde, fazla çalışmamıştı. Anne babasından kalan para ve altınlarla, sattığı ev dükkânın parasıyla, Uğultular Şehri’nde bir ev ve dükkân almıştı. O dükkânın kirasıyla geçiniyordu. En lüzumlu ihtiyaçlarını görüyordu sadece. Eve geldiğinde montunu çıkartıp, kalın hırkasını giymesi gerekiyordu. Ocağa gidip çay koydu. Çay içini ısıtırdı. Pencerenin önüne geçip, teyzesinin yıllar önce hediye ettiği el örmesi battaniyeyi bacaklarına örttü. Yıllar battaniyeyi eskitse de Ethem onu çok seviyordu. Dışarısı yeni kararmaya başlamıştı. Nemli sokakları severdi. Hem yürümeyi hem izlemeyi… Aslında biraz daha yürüyebilirdi ama hali yoktu. İzlemekle yetinecekti.
Demlenen çaydan bir bardak almaya kalktı ve önce eski teybini açıp, birkaç şarkı dinlemeye karar verdi. Teybin üzerindeki iki üç kasetten birini alıp yuvasına yerleştirdi. Oynat tuşuna bastı ve kısa bir hışırtıdan sonra şarkı başladı. Sıcak yaz günlerini anlatan bir şarkıydı çalan. Ethem’in uzun süredir yaşayamadığı umudu müjdeleyen, çocukluğunun ezgilerini taşıyan o şarkı evin içine yayılmaya başladı.
Ethem fark etmeden ıslıkla eşlik etmeye çalışsa da bunu başaramadı. Hiç ıslık çalamazdı. Sonra o ıslık çalan kızı hatırladı. Yanmadan küllenen o ateşin sıcaklığını hissetti soğuk evde. Bir sürü çer çöple dolan zihnini örten kirli örtü yavaşça kalkınca, mavisi mavi, yeşili yeşil bir manzarayla karşılaştı. Çocuk sesleri vardı. Gülen, çığlık atan, ağlayan. Ama ne yapıyorlarsa samimiyetle yapan çocukların sesleri… Soğuk bir evde yalnız başına oturan ve ölmekten başka beklentisi olmayan bir adamı bile heyecanlandıracak manzaraya bırakırken gözlerinden titrek bir damla belirmeye başlamıştı.
Gırtlaktan söyleyen, güçlü bir kadın sesine sessizce eşlik ederken buldu kendini. Teybin kısık sesi, aklındaki tatlı gürültüye karışırken Müge’yi düşünüyordu. “Nasılsa koşuşurduk bahçelerde…” diyordu kadın ama sıcak havalarda bahçelerde değil o bahçelerin ortasına kurulmuş yaban oylarıyla kaplı futbol sahasında koşturuyorlardı. On bir erkek ve Müge. Ethem ve Salih’in dâhil olduğu mahalle takımına karşılık, askerlerin oturduğu sitenin futbol takımı arasında, güneş altında, kıran kırana yapılan maçta, site takımı Müge’yi almak istememişti. Takımlarında bir kız olması onları rahatsız etmişti.
Salih, Müge’ye, “istersen bizim takımda oynayabilirsin” deyince Ethem’in eldivenli elleri adam akıllı terlemeye başladı. Hüseyin’in annesi izin vermemişti maç yapmasına. Eksiği Müge doldurmuştu.
Ethem kaledeydi. Hep kaleye geçerdi. Sahada da yalnızlığı seçmişti. Çok iyi kaleci olmasa da, normal hayatında ne kadar durgunsa da, kalede o kadar gözü pekti. Topun geldiği noktaya bakar, ardından tüm gücüyle o tarafa doğru atlardı. Tüm sahayı görebiliyordu ama o sadece Müge’yi izliyordu. Fiziksel dezavantajlarına rağmen bir amazon gibi savaşıyordu. Dizine kadar inen şortunun içindeki ince bacaklarındaki kaslar seçiliyordu. Topu kontrol ediyor, boş koşular yapıyordu. Sıkıca topladığı saçlarından bir kaçı hep terlemiş alnına ya da yanaklarına düşüyor, bıkkınlıkla kulağının arkasına tutturmaya çalışıyordu. Maçın ortalarına doğru maç başa baş ilerlerken, Salih ileri bir top yolladı. Yüksekten ve hızlı… Müge zıplayıp topu göğsüne alıp yere inmeden vurdu ve iki taştan ibaret olan kaleye hızla giren top gol oldu. Takım koşup sarılır, üstüne atlardı böyle bir durumda ama yeni olgunlaşmaya başlayan bir kıza bunu yapamazlardı. Müge ise bunu istemiyordu. Tabi ki onca erkeğin koşup üstüne atlamasını istemezdi ama bir ayrım yapılmasından hoşlanmıyordu ve koşup takım arkadaşlarına sarıldı. Beş erkekten ayrı duran Ethem ise geriden alkışlamakla yetiniyordu. O’da takımın bir parçasıydı. Müge gelip Ethem’in önce eline vurdu ve sıkıca sarıldı. İlk defa duyduğu o kokuyu asla unutmayacaktı. Maç bitmişti ve mahalle kazanmıştı. Kolalar içildi. Tebrikler edildi ve bir sonraki maçın planları yapıldı. Müge gülüyordu. Herkesten farklı gülüyordu.
Diğer maça birkaç saat kala Müge yine kadrodaydı. Erkekler ısınma hareketleri yaparken Müge gelmedi. Beklediler bir süre. Sonra evine birinin gitmesi gerekiyordu. Ethem’e git dediler. Ethem gönülsüzce apartmana gidip kapıyı çaldı. Kapının önü ayakkabı doluydu. İçeriden feryatlar geliyordu. Ne olduğuna anlam veremiyordu. Bir daha çalacakken vazgeçti. Tam dönüp giderken kapı açıldı ve Müge belirdi. İçerisi insan doluydu. Anlamsız sözler yükseliyordu. Müge’nin üzerinde mavi forması vardı. Altında ise evde giydiği gri pijama… Maça hazırlanırken yarıda kalmıştı anlaşılan. Hıçkırarak ağlıyordu. “Ne oldu?” diye sordu Ethem çekinerek. Müge atıldı ve karşısında kendisine soru dolu gözlerle bakan, çekingen gence sarıldı. “Babam şehit oldu!” diyebildi. Sıkı sarıldığı kolları gevşedi önce, sonra sesi kesildi ve Ethem’in kollarından kayarak yere düştü. Ayakkabıların üzerine öylece düşmüştü. Ethem kızı tutmaya çalışmadı. Beceremediği için değil yapmadı işte. İstemediği içinde değil.
Yavaşça sahaya döndü ve olanları anlattı. Maç iptal oldu ve bayraklar asıldı beraberce. Ethem izledi. Müge’nin balkona da bayrak astı genç bir adam. Ethem bekledi. Müge çıkmadı. Sonra hiç gelmedi Müge bir daha maçlara. Siteden de taşındılar. Her şey o kadar ani olmuştu ki Ethem bir şey anlamamıştı. Sadece içinde kıpırdanan bir duyguyu hissetmişti ama o kadar. O kadarı bile korkutmaya yetmişti. Eğer Müge’yi bir kere tutsa o kapının önünde, bir daha bırakamayacakmış gibi geldi ve korktu. Hiç hissetmediği kadar korktu. “Acaba tutsam nasıl olurdu?” diye çok sordu kendine. Geceler boyu. “Acaba beni hatırlıyor mudur?” diye sordu defalarca. Bu sorunun cevabından da korktu. Bir yerlerde, biri tarafından düşünülmek, sevilmek ona korku denebilecek bir duyguyu yaşatıyordu. Acaba bu korku olmayabilir miydi? Onun korku diye adlandırdığı, her düşünüşte kalbini buran, sivrisinek hortumu olan kelebekler tarafından beynini diden duygu acaba neydi? Bu kez korktu Ethem. Basbayağı korkuydu bu. Yüksek bir yerden düşerken, bir köpek tarafından kovalanırken hissedilene benzeyen bir korku… O zamanlar Salih’e bile belli etmedi gizlice Müge’nin balkonunu izlediğini.
Şimdi böyle bir duygu muydu acaba hissettiği. O duygu nasıldı diye sordu kendine. Unutulabilir miydi duygular? Unutulan yüzler gibi silinip gider miydi? Cevabı bulamadı. En iyisi uyumak dedi. Soğuyan çayından bir yudum daha alıp dağınık yatağına girdi. Soğuk yatak iyi geldi önce. Sonra beraberce ısındılar. Aklında Müge’nin top kontrolü vardı ve golü.