İKİNCİ BÖLÜM
Çok lezzetsiz bir yemeği, zorla ve fazladan yemek gibiydi uykusu Ethem’in. Soğuk salonda sadece iç çamaşırlarıyla uyuyakalmıştı, eski battaniyenin içinde. Ethem salondaki üç kişilik eski çekyatta yatardı. Gece sırılsıklam olan kıyafetlerini koridorda çıkarmış, ıslak saçlarını üstünkörü, kirli havluyla kurulamıştı yatmadan önce. Nispeten ısınan vücudunu gererken acı çekiyordu. Çocukluğundan beri üstesinden gelemediği kas ağrılarından mustaripti. Bunu kendisinden başka kimse bilmiyordu. Çocukluğundan beri doktora gitmemişti. Buna tam olarak korku denemezdi. Güven problemi vardı. Her zaman daha yaşlı hissettiği vücudundan utanır ve onu başkasının görmesini istemezdi. Bu insan artığı, et ve kemik yığını gibi gördüğü çökmüş bedeni ancak kendisinin koruyabileceği ve başkası tarafından yapılan tedavilerle sağlığının kasıtlı olarak bozulacağını düşünüyordu. Hatta bunun için birilerinin pusuda beklediklerini ve eğer doktora giderse onların oyununa geleceği fikrine kapıldığı hayli olmuştu. Bu hastalıklı durum ona hayatın rutini gibi geliyordu. Ağzı leş gibiydi. Zift tadı vardı ağzında. Hiç zift yememişti ama ancak ziftin tadı böyle olabilirdi. Yatakta toparlanırken kemikleri çıtırdadı. Kollarını yana olabildiğince açıp, göğsünü öne doğru iterek esnedi. Başının ağrıdığını hissetti. Çok ağır olmayan, derinden bir fısıltı gibi baş ağrısı… Uğrayıp gitseydi bir sorun olmazdı ama ağrı, kulağının dibinde fısıldayan yaramaz bir çocuk gibiydi. Zorla yerinden doğruldu. Çıplak ayaklarını kirli halıya sürükleyerek yürüdü ve sıkıca örtülmüş perdenin yanına gitti. Perdeyi açınca, gece yağan yağmura nazire yaparcasına göğü yırtan güneş ışınlarıyla doldu küçük oda. Salon duvarda eğreti duran eski kurmalı saatin tik takları hariç sessizdi. Duymamayı deniyordu her seferinde. Kaçmak istediği ne varsa o tik taklardaydı. Yaşanmış bir öykünün şifreleriydi adeta o tik taklar. Alt katın hizasındaki ağaçların dallarına bakarak, havanın rüzgârlı olduğunu tahmin etti. Ani güneş baskınıyla vücudu da birden ısınmaya başladı. Keyfi yerine gelmişti. Dar koridordan yine ayaklarını sürterek mutfağa ilerledi. Mutfak savaş alanı gibiydi. Ne ara bu kadar dağıtmıştı. Hep böyle hissederdi. Aynı pişmanlıkları tekrardan yaşıyordu ve bunun ancak sonuçlarını gördüğünde fark edebiliyordu. Çaydanlığı eline alıp, demliğin kapağını açınca, içinde küf tutmuş çay posasını gördü ve derin bir nefes bıraktı. “Burayı bugün temizlemeliyim” dedi kendi kendine, bir fısıltıyla. Çekmecelerden birini açtı ve içindeki kare yoğurt kabını çıkardı. Kabın yarısı buğdayla doluydu. Penceresinin önüne gelen kuşları beslerdi bu buğdaylarla. Tezgâhın üstündekileri kabaca topladıktan sonra, çay demlenene kadar camın önüne oturup dışarı izlemeye karar verdi. Camı açtı ve pencerenin önündeki küçük çıkıntıya konan kumru havalandı. Kuşlar, Ethem’in bıraktığı buğdayları yemek için gelirlerdi pencerenin önüne. Pencerenin önüne sabitlenmiş, ağzı kapalı, ön tarafı düzgünce kesilmiş pet şişenin içine buğdayları dikkatlice döktü. Yoğurt kabındaki buğdaylar bitmişti. En kısa zamanda buğday almalıydı. Kuşlar pencerenin önüne gelmeye başlarlardı şimdi. Az önce kaçan kumru ilk gelen oldu yemi yemeye. Önünde uzanan manzaraya bakarken dün geceyi düşündü. Adama, “olmaz” demişti. Acaba doğru mu yapmıştı? Ama hiç vicdan azabı çekmiyordu. Bir miktar kırıklık vardı üzerinde ama sadece o kadar. Gece çok ıslanmış ve kurulanmadan yatmıştı. Oda soğuktu. Fiziksel durumu fena sayılmazdı ama ruhsal durumu daha iyiydi. En azından pişman olması, yalandan bile olsa vicdan azabı çekmeliydi. Bir duvar kadar hissizdi. Kuşlar pencerenin önünde çoğalmaya başlıyordu.
Çay demlenmişti. Buzdolabındaki ne bulduysa (ki bunlar peynir ve yeşil zeytinden ibaretti) üzerini yeni toparladığı küçük portatif masanın üzerine çıkardı. Çaydan ilk yudumu alıp, ekmeğe sardığı beyaz peyniri ağzına attı. Ağzının tatsızlığı peynir ve ekmeğe de bulaşmıştı. Buna rağmen yemek istiyordu. Pencereden manzarayı seyrederek lokmaları iştahla yedi. Hızla uçuşan kuşları izledi bir süre. Sürüden ayrılan kuşun birine odaklandı. Elinde tuttuğu çay soğuyana kadar izledi. Kuş, yükseliyor mu yoksa kendine doğru mu geliyordu anlayamadı bir süre. Hayatını düşündü, kuş gibiydi. Ne yöne gittiğini anlayamamıştı geçen günlerde. Mutlu bir çocukluk ve o kadar. Gerisi yaşanmasa da olacak bir hayat. Süremeyen evliliği, başarısız iş hayatı ve dün gece yaşadıkları. Böyle akıl karışıklıklarında çocukluğuna dek uzanan bir yolculuğa çıkardı istemsiz ama neşeyle.
****
Güneş portakal bahçeleriyle çevrili boşluğu adeta kavuruyordu. Az ileride mahalleyi saran küçük kanallardan biri geçiyor, daha ileride ise düzlüğü boydan boya kaplayan karpuz tarlaları sıcak havanın titreştiği ufka kadar uzanıyordu. Saklanacak, koşacak, yüzecek ve eğlenecek o kadar çok şey vardı ki, burası bir çocuk için adeta cennetti. İşte Salih ve Ethem burada büyüdüler. Birbirlerinden başka herkesle aralarında bir mesafe vardı. Sadece ikisinin bildiği gizli mekânlar ve çocukça sırları vardı.
Karpuz çalıp, kanalın serin sularında soğutur ve mideleri bulanana kadar yerlerdi. Ergenlik dönemlerinin sonlarına kadar sürdürdüler bu dostluklarını. Bir kez bile tartıştıkları görülmemişti. Mahalledeki diğer çocuklar sürekli didişirken, Salih ve Ethem hiç tartışmaz, biri konuşurken diğeri dinlerdi. Biri sinirlenecek olsa diğeri bir adım geri atardı. Herkes bu dostluğa imrenerek bakardı. Tabi bu dışarıdan görünüştü.
Ama her ilişkide dışarı kapalı durumlar olabilirdi. Diğer çocukların aileleri onların ne kadar iyi anlaştıklarını, kendilerinin çocuklarını da onlar gibi olmasını isterlerdi. Oysa onlar çok şiddetli tartışmalar yaşarlar ve bunu kimseye göstermezlerdi. Ağızlarına ne gelirse birbirlerine söyler ama sonra sanki hiç bir şey olmamış gibi davranırlardı. Ethem bir adım geride duruyor olsa da altta kalmazdı da.
Salih bir kızla tanışmıştı. Okula yeni gelen, zayıf, uzun boylu, esmer bir kız. Aralarına giren üçüncü kişi önceleri bir sorun yaratmamış, sonra ise aralarındaki kimya yerini yavaşça bir paylaşma savaşına dönüşmüştü. Ethem kıza karşı kırıcı olmaya başlamıştı. Salih ise kız ve Ethem’in arasında kalmıştı. Bir yandan arkadaşını kırmaktan korkuyor diğer yanda ise hormonlarına söz geçiremiyordu.
Büyü bozulmuştu bir kere. Karpuz çalıp soğutmaya bırakıyorlar ama yemeden evlerine gidiyorlardı. Ama dışarıdan kimse onların arasının bozulduğunu anlamıyordu.
Selda da iyi bir kızdı. İki arkadaşın arasına girdiğini O’da anlayamamıştı. Üçü bir araya geldiğinde eğleniyorlar ama sonrasından hiç haberdar olamıyor, yaşananları kestiremiyordu. Salih ve Selda bu gizli gerilim arasında gittikçe birbirlerine bağlanıyor, karşı cinsin ne olduğunu birbirlerinde tanıyorlardı. Aynı zamanda iki arkadaşın arasındaki mesafe gün geçtikçe açılıyordu.
****
“İyi oldu” dedi birkaç adım geriye atarak, temizlediği odayı boydan boya tarayarak. Mutfağı, salonu, banyoyu ve kullanmadığı yatak odasını temizlemişti. Dip köşe temizliği ilk defa yapıyordu. Yeni aldığı deterjan ve çamaşır suyu kokularının arasında zaman su gibi akıp gitmiş, hava kararmış, yağmur yeniden başlamıştı. Dün gece ki kadar çok yağmıyordu. Evden çıkan çöpleri koyduğu büyük, siyah poşetleri kapının önüne koyup, pencerenin önüne çektiği sandalyeye oturdu. Çay az sonra demlenirdi. Sokağa baktı. Boş sokak sessizdi fakat adeta bağırıyordu saklayamadıklarını haykırmak için. Adama, “olmaz!” demişti, çok sakindi derken. Korkulacak kadar sakin. Bunca yılın ardından bir kol uzatma mesafesindeydi. En ufak bir pişmanlık hissetmiyordu. Sokak lambasının ışığında parlayan ve gittikçe büyüyen damlaları izlerken, aklında milyon soru mekik dokuyordu. Zihninde, geçmişle gelecek, bitemeyen bir çocukluk, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık, yaşam ve ölümden motifleri olan bir halı beliriyordu sanki.
“Çay olmuştur” dedi fısıldayarak. Tam ısınmayan evin salonundan yavaşça mutfağa doğru yürüyorken, aklına bu yaşına kadar içtiği binlerce bardak çaydan en eğlencelisi geldiğinde, uzun sakallarını ardından belli belirsiz gülümsüyordu.