ONALTINCI BÖLÜM
Öğlene doğru uyandığında nefesinin kesildiğini hissediyordu. Sabaha kadar uyuyamamış, ardından sabaha karşı uyuyakalmış ve öğlene kadar uyumuştu. Midesi kazınıyordu. Buna rağmen ağzına tek lokma koyası yoktu. İçinde sürekli deveran eden bir bulantı vardı. Böyle anlarda sabah uyandığında anne, babasıyla kahvaltı sofrasında olmak istiyordu. Birkaç parça kahvaltılığın olduğu ama en doyurucu sofraydı. Yataktan kalktı. Pencerenin kenarındaki eski koltuğa geçerken mutfağa uğradı ve camın önüne kuşlar için koyduğu buğdaylardan bir bardağa doldurdu. Pencereyi açıp buğdayı kaba doldurdu. Ardından kendini koltuğa bıraktı. Aklına rüyasındaki düşüşü geldi ve içi ürperdi. Kafasından bu düşünceleri kovmaya çalışırken yerine bir şeyler koymaya çalışıyordu. Bu yaşına kadar kafasının içini dolduran kanlı manzaraların yerini ancak Yokuşlar Şehri’ndeki kahvaltıları koyabilirdi. Tabi öyle olmayacaktı. Aklını dolduran kişiler yine o sofranın etrafındakilerdi ama artık kahvaltı yoktu. Gülümseme yoktu.
Telefon çalmaya devam ediyordu. Salondaki ses, Ethem’in ve annesinin uyuduğu odaların duvarları arasında dönüp dururken ilk uyanan Ethem oldu. Sabahın bu saatinde arayanın kim olduğunu merak ederek, hızlı adımlarla salona vardı ve ahizeyi kaldırdı.
Ethem öylece dinliyordu karşıdan gelen sesi. Arada “evet”, “hı” diye sesler çıkarıyordu ki, annesi de salona girdi ve “kimmiş bu saatte?” diye sordu. Ethem, eliyle beklemesini işaret ederek annesini susturdu. Konuşma bitince, ahizeyi yerine koydu ve karşısında sabah mahmuru gözlerini kendisine dikmiş annesine, “babam fenalaşmış, yoğun bakıma alınmış” dedi, sanki bir şey yokmuş gibi.
Babası, babaannesinin ameliyat olacağından dolayı Yokuşlar Şehri’ne gitmişti. Yıllardır bacaklarından çekiyordu kadıncağız. Sonunda ameliyattan başka çarenin olmadığına karar verilmiş, babası da O’nu yalnız bırakmamak için memleketine gitmişti. Babasının hayatı, kahvehanelerde, mitinglerde ve çalıştığı okulda geçmişti. Çok sigara içerdi. Kendi beslenmesine dikkat etmez ve öğünleri atlardı. Yokuşlar Şehri’nin pis havası ve sigara ciğerlerini tüketmiş ama buna kayıtsız kalmıştı. Palmiyeler Şehri’ne ilk taşındıklarında geçirdiği kazada kırılan kolu kaynamamış ve hep zorluk çıkarmıştı. İşte şimdi, yine Yokuşlar Şehri’ndeydi ama bu kez yoğun bakımda.
Yolculuğun yarısından sonra kar yağmaya başladı. Böylesi manzaraları bu yaşına kadar ancak birkaç kez görmüştü. Yol kenarları beyaza bürünmüş, ileride dev bir siluet gibi öylece duran dağların arasından yapılan yolculuk ve otobüsün sıcaklığından Ethem ‘in adam akıllı uykusu gelmişti. Otobüsün en ön sağ koltuğunda oturuyordu. Cama vuran kar tanelerinin eriyip yok oluyor, silecekler kar tanelerini acımadan sağa sola savunuyordu. Bu Ethem için tarifsiz bir manzaraydı. Kar yağışının yanında, arada yanlarından geçtikleri trenler Ethem’in sürekli hayalinde canlandırdığı manzaralardı. Palmiyeler Şehri’nde tren yolu yoktu. Hep filmlerde gördüğü tren yolculukları Ethem için hep fantastik bir hayaldi. İşte bu manzaraların içinden geçerken uykuyla uyanıklık arasında dalıp çıkıyordu. Babası aklından çıkıp gitmişti bir anlığına.
Tepesine dikilen genç delikanlının, “çay, kahve, meyve suyu…” sesiyle kendine geldi. Önünde uzayıp giden yol aniden bir duvara dönmüştü. “Çay” dedi kısaca. O an aklına babası geldi. Ne haldeydi. Yoğun bakım nasıldı? Soğuk olduğunu düşünüyordu ama emin değildi. Babası daha genç sayılırdı. Hor kullandığı vücudu ancak buraya kadar mı dayanabilmişti? Ne olacaktı? Babası ölecek miydi?
“Buyur abi!” Dedi bir ses neşeyle. Bu yaşta bir delikanlının bu kadar mutlu olması nasıl mümkün olabiliyordu? Aşağı yukarı yaşıt sayılırlardı. Genç delikanlıyla Ethem’i mutluluğun sınırlarında bu kadar keskin ayıran neydi. Babasını çok seviyorken nasıl aklımdan çıkıp gitmişti. Kar ve tren hülyaları nasıl babasının yoğun bakımda olması gerçeğinin önüne geçmişti. Her an kendiyle yüzleşmeler yaşıyordu. Yaşadığı ne varsa onları gecelerce tekrar ve tekrar yaşıyordu. Murat suya doğru yavaşça sürüklenirken neden tutmamıştı mesela. O kayış Ethem’e bir zevk vermemişti üstelik. Murat’ın düşmesinin, yattığı yerde kalmasının ya da bisikletle yoluna devam etmesinin arasında bir fark yoktu. Oysa Murat’ı da severdi. İnsan doğuştan kötü olabilir miydi? Ya da şu an yoğun bakımda yatan babasının etkisi var mıydı? Annesi… Babasını delicesine merak eden, bununla birlikte dışarıdan bakılınca soğuk bir dağ gibi duran kadın Ethem’i kötülüğe itmiş olabilir miydi? Murat iyiliği hak etmiyor olabilir miydi? Dünya üzerinde yaşayan insanlar iyi miydi? Bir insana yardım etmek, hayatını kurtarmak, hatta kendi hayatını tehlikeye atmak bir insanı iyi yapmaya yeter miydi? Yoksa iyilik ve kötülük, insanların aklına balyoz gibi toplum tarafından çakılmış algılar mıydı? Bilemiyordu.
“Geldik abi!” Sesiyle kendine geldi. Karşısında yorgunluğuna inat gülen delikanlı, “Son durak” dedi tekrar. İstemsizce sağa sola baktı. Kirli şehir beyaza boyanmıştı. Otobüsten uyku mahmurluğuyla indi. Soğuk rüzgâr zımpara gibi sıyırıyordu adeta tenini. Bu havalara uygun olmayan montuna yine de sıkıca sarıldı. Etrafa göz gezdirdi. Beyaza boyanmış manzara yabancı geldi yine. Yokuşlar Şehri’ne her gelişinde bu uzaklığı duyumsuyordu. Sadece her kış siyaha boyanmasından değildi bu yabancılık. Başka bir his vardı içinde. Her seferinde, yokuşlara serpiştirilmiş gibi duran, birer viraneden farkı olmayan evlerin içinde cinayetler işleniyormuş gibi geliyordu. Sokaklarında yürürken, silah sesleri vızıldıyor, kanlı bıçakların bedenlere saplanışının sesini duyuyor ve kırılan kemiklerin sesleri peşini bırakmıyordu. Hepsinin içinden umarsızca yürürken, ömrü olması gerekenden daha çok kısalıyordu.
Hastaneye gitti. Babasını göremedi ama durumu hakkında malumat aldı. Sadece fakirlerin yakalanıyormuş gibi hissettiği çeşitli hastalıklardan mustarip insanların, her yerlerine hortumlar bağlanmış, yapay havaya içlerine doyasıya çekemeyen hastaların yattığı yoğun bakımın önündeki sırada bir süre oturdu. Yatmaktan oluşan yaraları düşündü. İnsan koşarken de yatarken de kendini yaralayabiliyordu. İşte hayatlarının bu döneminde babası, o duvarın arkasında en basit ihtiyaçlarını bile başkasının yapmasına muhtaçtı. Babası asla bunu kendine yediremezdi. O bir savaşçıydı. Çaresiz hastaneden çıktı. Babasının ölmesinin daha iyi olacağını düşünürken, cıvıklaşmış karın çamura buladığı sokaklarda yürümeye başladı. Daha sonra o cinayet işlenen evlerden birinin kapısına vardı. Havada kapkara bir sis vardı. Kömür kokusu her yere çökmüştü. Karbon monoksit yağmuru altında yaşayan insanlar, bir katille burun buruna yaşadıklarının farkında bile değillerdi. Kapı açıldı ve halası Ethem’i içeri aldı. Bir yabancı gibi selamlaşıp içeri girdi ve yorgun olduğunu ancak o zaman anladı.
***
Bir insan ölecekse eğer tüm çabalara rağmen ölürdü. Ethem’e göre hayatın tek gerçeği ölümdü. İnsanın kaçamayacağı, günü gelince yüzüne tokat gibi çarpan, azametli, sonsuz ve bir o kadar da naif, ölüm. İşte Ethem’in de babası bu gerçekten kaçamamıştı. Yokuşlar Şehri’ndeki hastanenin yoğun bakımında kalmış, alamadığı nefesin ve sürekli yatıyor olmanın hıncını hemşirelerden çıkarmıştı. Ethem’in doktorla görüşmesinin sonucunda, ambulansla Palmiyeler Şehri’ne nakline karar vermişlerdi. Kaçınılmaz gerçekle evinde yüzleşmesi daha iyi olacağına kanaat gelinmişti, başta annesi ve doktordan sonra geri kalan tüm akrabalarca. Ethem için ise fark eden bir şey yoktu. İnsan denen canlı ölüme her an yakın ve hazır olmalıydı. Gerçi babasının hastalığının yanı sıra başka bir yerde, üstelik yoğun bakım gibi doğası gereği ruhsuz bir yerde kalmasına gönlü razı gelmese de bunu kendine bile itiraf edemiyordu. Velhasıl, ambulansla, iki şoför ve bir sağlık personeliyle beraber Palmiyeler Şehri’ne varmışlardı. Bir hafta sonra ise evinde sessizce gözlerini hayata yummuştu. Ethem babasını uyurken gördüğünü hatırlamıyordu. Başı yana düşmüş, gözleri hafif açıktı. İnce boynu ve kemikli omuzları bir çocuğunki kadar kalmıştı. Kimisi sessizce, kimisi haykırarak ağlarken Ethem öylece duruyordu. İçinden ağır ağır bir şeylerin akıp gittiğini hissediyordu. İçinde açılan boşluğun ömür boyunca dolmayacağının henüz farkında değildi. Sadece izliyordu yaşananları.
Morgdan babasını alırken kimlik tespiti için onu görevlendirdi annesi. Bembeyaz kesilmiş yüzü, morarmış dudakları ve titreyen elleriyle annesinin bir mumyadan farkı yoktu. Krom çekmecenin içinde yatan babasından kalanlar kâğıt gibi bembeyazdı. “Belki bu yeni bir başlangıçtır” diye fısıldadı içinden. Krom çekmece kapatılmış ve babası soğuk boşlukla tekrar yüzleşmişti.
Cenazede kimseyle konuşmadı, dualara katılmadı, cenaze namazını arkadan izledi ve mezara toprak atmadı. Babasıyla beraber annesinin de sonsuzluğa yolculuğu başlamıştı. Yavaş yavaş ölüme giden yolun sonu annesi içinde geliyordu. Kalabalığın bundan haberi olmasa da Ethem zorlukla ayakta duran annesine bakınca anladı. Yutkundu ve kendini en yakın mezar taşının üzerine bıraktı.