ONBEŞİNCİ BÖLÜM
Sabahı sabah etmek diye bir tabir varsa, Ethem onu dün gece yaşamıştı. Kâbuslarla bölünen uykusu, gecenin ortasından sonra karanlığa karışıp yok olup gitmişti. Uyumaya çalışsa da gözlerini biran bile kapatamamıştı. Sabaha karşı, birkaç kez kalkmış, pencereden sokağa bakmış, yatağında sürekli dönerek yatmış tekrar kalkıp evi arşınlamış ama zaman zehirli bir sürüngen gibi hızlanmak şöyle dursun, bazen donuk kalmıştı. “Bu böyle olmayacak!” diye sinirle sayıkladı. Neden ve kime sinirlendiğini kendisi de bilmiyordu.
Sonunda sabah olmaya başladığında ise zaman hızlanmaya başlamıştı. Ya da kâbusların verdiği etki azalmış daha normal bir ruh haline bürünmüştü. Ethem için normal bir ruh hali ne demekse artık. Kalktı, geceyi düşünmeme kararı almıştı, bu söz de diğer bütün sözleri gibi tutulmayan sözler listesine eklenecekti. Dışarı çıkıp açık havada uzun bir yürüyüş yapmak istese de ardından üşenmişti. Bu gücü kendinde bulamamıştı. En iyisi biraz daha uzanmaktı. Uzanır uzanmaz hemen uyudu.
Ethem belki birkaç satır yazarım diye oturdu eski masasının başına. Bunu hep yapmak istemiş ama ertelemişti. Yazma isteği Ethem için mide kazıntısı gibiydi. Dolaba gitmeye üşenmiş ve yemek vakti de bir türlü gelememişti. “Yazarım” diye içinden geçirirken bile bu irade gücüne inanmaktan uzaktı. Masa, evde kendisine en benzeyen eşyaydı kuşkusuz. Yıllar yıpratmıştı akıp giderken masif ahşap masayı. Güzel, narin bir kadın eli gibi okşamamıştı, kendinden bile saklasa da kaçamadığı, sevgisizlikten kuruyan bedenini. Ölüme mahkûm forsanın nasırlı elleriyle yakasına yapışmıştı zaman. Masanın çekmecesi zor açılıyor, açıldığında ise kapanmıyordu. Oysa Ethem’in aklındaki çekmecelerin açılması için hafif bir rüzgâr yeterliydi. Oysa Ethem, her anı yürek isteyen bir yüzleşme olan çekmeceleri açmaya cesaret edemiyordu. Yaşadığı tek güzel anı yoktu aklının sınırsız düzlüğünde. Ne zaman bir çekmece açılsa aklına, dereye yuvarlanırken arkasından baktığı arkadaşı gelirdi. Ya da Muammer’in sonu kekemeliğe varan karanlık gecesine kayıtsız kalışı. Bu davranışlar çocukluğa verilebilirdi elbette. Öyle ya insan çocuklukta bu tür acımasızlıklar yapabilirdi. Neden sonuç ilişkisi kuramayabilir bunu eğlence olarak görebilir ve sonunun nelere varacağı gibi bazen yetişkinlerin bile beceremediği bağıntıyı kuramayabilirdi. Ethem için zaten sorun olan ve yaşadığı hatırlamaya korktuğu ne varsa, şimdi bu eski masanın başında otururken bile pişman olmamasıydı. Şu an karmakarışık kırlaşmış saçlarını yolarak pişman olmak istiyordu. Muammer’den, Murat’tan özür dilemek istiyordu. Bedeli olmalıydı bu kötülüklerin. Diyet ödenmeliydi. Böyle hissetmiyordu Ethem. Bugün olsa yine kayıtsız kalır ve hatta Muammer’i sabaha kadar izlemekten zevk alabilirdi.
Tabi ki yazamadı. Sandalyeye iyice yaslanarak karşısındaki duvara sabitlenmiş, üzeri tozla kaplı kitaplığa baktı. “Kitaplığı temizlemem lazım artık” dedi sessizce. Temizlemeyecekti. Oturduğu odaya göz gezdirdi hızlıca. Kirli duvarlarda bir iz arıyor gibiydi. Düşünmeden çıkılan bir yolculuk gibiydi hayatı. Her gün biraz daha kirlenen duvarların çevirdiği ev, yabancılık hissi veriyordu. Sonra sokağı düşündü. Her daim onarılsa da bir türlü sağlam kalamayan asfalt yolun iki yanına düşüncesizce serpilmiş gibi duran bitişik nizam apartmanlar çöplüğü sokağı. Yağmurda sürekli bozulan yolun boşluklarına dolan sudan dolayı pürüzsüzmüş gibi duran yokuş yolun foyası hava açınca ortaya çıkardı. Canlılığa yakışmayacak ölü nefesler alınan, insanı çirkinleştiren, çürüten, amaçsızlaştıran, her sokağı arka sokaklara benzeyen kentin herhangi bir sokağını düşündü. Sokağa da yabancı hissetti milyonuncu kez ve ilk kez gibi. “Yazabilsem belki akar gider içimdeki çürük kan” diye geçirdi içinden ama yazamadı.
Kendini ölü bir ayının postu gibi yatağa atıp uyumalıydı belki. Ya da çay demler ve film izleyebilirdi. Birkaç kişinin, bambaşka kişileri canlandırmasını seyrederdi. Kendisi de kendisine yabancı bir hayat yaşıyordu aslında. İzlenmeye değmeyecek bir zaman kaybı olabilirdi Ethem’in hayatı. Düşük bütçeli bir film… Sıkışıp kaldığı hayatı içinden çıkılamaz bir hal almıştı. Kendini bir ada olarak görüyordu. Etrafı insanların zırvadan öteye gitmeyen konuşmalarıyla çevrili, uğultulu, bomboş, soğuk bir ada. Kimsenin gelmediği gemiler kalkardı aklının limanlarından ve boş dönerdi koskoca gemi. Boş seferlerin sürgünü gemi…
Yırtıp atmak istedi yazdıklarını tam şu an ama yazamamıştı ki yırtsın. Boş bir kâğıt yırtmak ancak Ethem’in yapacağı işti. Olmamış bir hayat yaşayan biri ancak boş bir sayfayı yırtabilirdi. Oysa Salih ne güzel uçak yapardı boş kağıtlardan. Zaten Salih, hep bir şeylerden başka şeyler yapardı. Eline ne alsa değer katardı. Ethem’i seven tek kişi olabilirdi. Böyle düşününce aklında kocaman ve asla açılmaması gereken bir çekmece açılırdı. Ethem yutkundu. Bir pişmanlık aradı kendinde ama bulamadı. Gözlerini kapattı ve Salih’in yaptığı uçakları düşündü. Bütün çocukların yaptığından daha uzağa giderdi o uçaklar. Herkesten farklı katlardı. “İşin sırrı geometri ve denge!” derdi neşeyle ve sırrını kimseye söylemezdi. Ethem’e bile. Şimdi önünde duran boş kâğıdı alıp uçak yapsa ve pencereden atsa uçmadan düşerdi uçak. Asla Salih gibi olamamıştı.
Dışarı çıkmaya karar verdi. Duvarlar üstüne geliyordu. Hava yeni aydınlanıyordu. Uzaktan sokak köpeklerinin havlamaları duyuluyordu. Gece boyunca yağan yağmur yeni dinmişti. Çirkin sokak yıkanmış ama temizlenememişti. Yağmur döver gibi yağmıştı bu fakir sokağa. Zaten yağmur bile fakir sokakları döverdi acımasızca. Zengin sokaklardaki gibi romantik yağmazdı asla. Düzenli budanmış çit bitkileriyle ayrılmış düzgün asfaltlanmış yolları okşardı damlalar. Aklındaki boş gemiyi ve uçamayan kâğıt uçağı alarak çıktı sokağa. Kaçmayı seçmişti yine. Üstelik kaçmaya çalıştığı ne varsa yanına alarak.