ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Duvar saatinin kâh hipnotize edici kâh cinnet sebebi tik taklarının arasında uzun süre pürüzlü tavana baktı Ethem. Tavanda sokak lambasının ölgün şavkları dans ediyordu. Sanki kentin uğultuları en sonunda kendine bir vücut bulmuştu ve Ethem’in bir harabeden farksız evinin tavanında hünerlerini sergiliyordu. Tik taklar gittikçe uzaklaşıyor ve sonsuzmuş gibi görünen bir boşluğa doğru sürünerek gidiyordu. Ethem’in aklına, kuşların buğdayının bittiği geldi anlamsızca. “Sabah alırım” dedi ve uykuya daldı.
***
Uzun yeşil düzlükler üzerinde koşan bir atın üstündeydi Ethem. Beyaz, bembeyaz bir at. Kaslı bacakları, yüksek vücudu ile bembeyaz bir at. Sonu bir uçuruma varan, dik kayalarla kesilmiş, uzun yeşilliğin içinde dörtnala koşuyordu bembeyaz at. Öyle güçlüydü ki, öne attığı her adımda onun sadece bir at olmadığına kanaat geliyordu Ethem. Tüy gibi gevşek tutuyordu yuları. Düşmemek için değil sadece bu duruşu daha havalı diye. Neler oluyordu? Ethem hiç daha iyi görünme derdine düşmemişti. Şimdi bu düşünce neden? Bunun cevabını veremese de bu duygu hoşuna gitti. Altında büyük bir hızla koşan atın, kendisini bir bebek gibi sarsmadan yol almasına hiç şaşırmıyordu. Bu güce alışkın gibiydi. Yuları tutan ellerinde ne yaşlılığın getirdiği kırışıklar ne de sonradan çıkmaya başlayan benler vardı. Parmakları pürüzsüz, güçlüydü. Tek eliyle yuları bırakıp ellerine yakından bakınca, bu ellerin genç bir adama ait olduğunu gördü ve yüzünde bir gülümseme oluştu. Sonra eliyle yüzüne dokundu. Yüzünde, yanaklarını ve dudaklarını kapatmış kırçıl sakalları yoktu. Kaygan yüzünde elini yavaşça hareket ettirdi. Dizleri sızlamıyor, beli ağrımıyordu. Bu nasıl olurdu? Bu ağrılar çocukluğundan beri yakasını bırakmazdı. Onlarla yaşamayı öğrenmişti. Oysa şimdi, bu uçsuz yeşilliğin koynunda, bir aygırın üstünde delicesine yol alırken, hayatta hiç olmadığı kadar güçlüydü. Hayatının bir döneminde bu kadar güçlü olsaydı, her şey daha farklı olurdu. Hep kendine dönük hayatı seçmezdi. Dış dünyada bir hayatın var olduğunu ve orada Salih’ten başka birilerinin olduğunu kabul ederek yaşayabilirdi. Hep adım atmaktan korkarak yaşamazdı. Kim bilir? Bunu asla öğrenemeyecekti. Görmezden geldiklerinin üstüne yürürdü.
Gökyüzü kapkara bulutlarla çepeçevre sarılmıştı. Tepede bir yerde için için yanan güneşin ışınlarının bir zerresinin bile geçmesine izin vermiyordu kara bulutlar. Yere baktığında, atın altın rengi nallarının altında yeşilin her tonu sanki tanrının eşsiz sanatının, paha biçilmez tablosuna benziyordu. Ethem’in daha önce görmediği renklerde çiçekler baş veriyordu çimlerin arasından. Kayaların içinde birer mücevher gibi parlıyordu. Büyüleyici rayihaları herkesi sarhoş edebilecek, tenlerini kaplayacak hatta gözeneklerden sızıp kalbine dokunacak kadar ısrarcıydı. Kapkara gökyüzü, yemyeşil çimenler, tarifi imkânsız çiçekler, gri kayalıklar ve bembeyaz bir atın üzerinde güçlü bir şövalye…
At uçuruma doğru olanca hızıyla koşarken, Ethem bundan daha iyi hissedemezdi. Ama bir terslik vardı. At çok hızlıydı ve hızını bir an bile düşürmeden koşuyordu. Giderek yaklaştıkları uçurumdan kızıl ışıklar saçan bir ova, yavaşça beliriyordu. Ufukları kırmızıya boyanan ovadan giderek kesifleşen bir koku geliyordu. Tanıdık bir koku. Kan kokusu. Sonra sesler geldi. Ne dediği anlaşılmayan sesler. Acımasız çığlıklar, feryatlar, ağıtlar ve metale çarpan metal sesleri. Ovadan gelen yakıcı ısıyı hissettiğinde anladı az önce havanın ne kadar serin olduğunu. Giderek yükselen ısı ve feryatlar, Ethem’in genç yüzüne çarpıyordu ve at giderek daha da derinleşen uçuruma doğru hızla ilerliyordu.
Uçuruma yaklaştıkça, genişleyen panoramik görüntü, kan kokusunun nereden geldiğini belli ediyordu. Bütün vadi, kana ve insan yağına bulanmıştı. Kırılan kemiklerin sesi uzaktaki kayalardan yankılanıp geri geliyor ve daha korkunç bir ses bırakıyordu kulaklarda. At birden durdu uçurumun kenarında. Öyle hızlı durdu ki, normal fizik kurallarına göre Ethem’in öne doğru uçup gitmesi gerekiyordu ama öyle olmadı. Uçuruma birkaç adım kalmışken, hedefine saplanan bir ok gibi aniden durdu. Geniş vadide- ki bu vadi dünya kadar büyük olabilirdi. Ucu bucağı yoktu- değişik boyutlarda kılıçlar, baltalar, gürzler, mızraklar bazen başka bir silahın üzerine bazense bir insanın neresine denk geliyorsa orasına iniyordu. Kan ve insan yağı kaplı zeminde bitmez bir savaş devam ediyordu. Sanki zaman hızlanmıştı fakat ölen insanlar azalmıyordu. Üst üste yığılan cesetler yapay dağlar oluşturmuştu. Ethem dikkatli baktığında, birbiriyle savaşanların kıyafetleri, silahları ve ten renkleri farklıydı. Savaşlar kesin çizgilerle ayrılıyordu. Gözle görünmeyen sınırlardı bunlar. Ölen düşüyor sonra yerine yenileri geliyordu. Ölene kadar yaşayan insanların, ömürleri akıyordu Ethem’in gözleri önünden. Genç ölülerin kanlarına bulanan diğer gençler, neden savaştığını bilmeden savaşıyordu. Kafaları dogmalarla, yersiz inançlarla, acımasız ideolojilerle, tabularla, baskılarla dolu gençler, savaşın vahşiliğini bırakıyordu gerilerinde. Bu miras, kana bulanan herkes tarafından kabul edilmiş sayılıyordu. Kandan imzalar atılıyordu karanlık sayfalara.
Midesi bulanacak kadar kan gördükten sonra fark etti Ethem. Önünde uzanan dünyaydı. Dünyanın ta kendisi… Savaş alanı olarak yaratılmış, kanlı arena. Neden savaştığına dair en ufak bir fikirleri olmadan, karşısındakini biçenlerin bir süreliğine yaşadığı toprak parçası… Umutsuz vaka.
Buradan kaçmak istedi Ethem. Uzaklaşıp, yine yeşilliğin koynuna sığınmak istedi. Çiçek kokuların arasında, ancak genç insanların uyuyabileceği o masalsı uykuların en dibine yuvarlanmak istiyordu. Atı çevirip yine dörtnala koşturmak istediyse de at yerinden bir milim bile kıpırdamadı. At mermer bir heykel kadar hareketsizdi. Sıkı sıkıya tutunduğu yuları sallıyordu tüm gücüyle. O da neydi? Gücü tükenmişti. Az önce hissettiği onca güç birden kesilmişti. Dizlerinin ağrısını da tam o an hissetti. Ellerine baktı istemsizce. Kırışık ve yaşlılık benleriyle dolmuştu elleri. “Nasıl olur?!” diye haykırdı. Feryadı kayalara çarpıp geri döndü. Tanımadığı bir sesti karşıdan gelen. Elini korkarak yüzüne götürdü. Elleri titriyordu. Koyun postuna dönmüş sakalları geldi eline. Islaktı. Yapışkan bir ıslaklık… Eline baktığında kan akıyordu parmaklarından. Ellerinden alan kan, bembeyaz atı kırmızıya boyuyordu. Yularından tüm gücüyle çektiği at büyüyen burun deliklerinden koca bir nefes verip arkasına döndü. Bu dönüş bir dağın hareketi gibiydi. Dünyadaki tüm fay hatlarının acımasızca birbirlerine çarpıyordu, gümbürtü yayıldı her yere. Atın gözleri kırmızı birer lav kuyusu gibiydi. Derin, içine düşeni önce yakan sonra taşlaştıran, yabancı gözler. Ethem böyle bir şey görmemişti. Bağırmak istedi. Sesi çıkmıyordu. Kırmızıya dönen at silkelendi ve Ethem’i üzerinden attı. Sonsuz boşluğa doğru düşmeye başladı yaşlı adam. Giderek daha da yaşlandığını hissediyordu. Derisi kemiklerine yapışıyordu. Aşağıya baktığında savaş tüm şiddetiyle devam ediyordu. Patlamaları gördü. İnsanlar birbirini öldürmek için kullandıkları silahlara haddinden fazla kafa yoruyorlardı. Ve buna da ilerleme diyorlardı. Artık kılıçlar, baltalar yoktu. Mermiler, bombalar, füzeler vardı. Simsiyah gökyüzünü yırtan uçaklar giderek hızlanıyordu. Bir köşeye atılmış kılıçların, baltaların altında, tahtadan, taştan savaş aletleri vardı. Hepsi kana bulanmıştı. Her şey değişir gibi görünürken, değişmeyen tek şey ölen insanlardı. Cesetlerden oluşan dağlar yükseliyor, yükseliyordu.
Ethem daha da hızlanarak düşerken, artık iyiden iyiye yaşlandığını biliyordu. Bunun için vücudunu kontrol etmesine gerek yoktu. İçten içe çürüyormuş gibi kokuyordu. Kokusu diğer ölenlerin kokusuna karışırken düşüşü sona erdi. Bir kuş tüyü kadar narin değdi yaşlı sırtı kan gölünün yüzüne. Son nefeslerin oluşturduğu baloncuklar vardı her yerde. Giderek kararan göle batarken aklında bir söz yankılanıyordu, “savaş bitmez Ethem, bitmedi, bitmez!” diyordu genç Salih’in sesi.
Kan ter içinde uyandı Ethem. Ellerine baktı. Yaşlılığına şükretti. Tek tük yaşlılık benleri gözüne güzel göründü. Sakallarına dokundu, ıslaktı. Eline bakınca ter damlalarını gördü. Sonra, “çık aklımdan Salih, çık” diye bağırdı boşluğa doğru.