ONİKİNCİ BÖLÜM
Birbirine dayanmış iki bina arasında bir boşluk oluşmuştu. Karanlık, soğuk bir boşluk… Gözlerini kapattığında, sanki bir aydınlığa çıkıyordu. Zaman orada durmuştu. Sanki havanın eksi on derecelere düştüğü ve kar yağışından sonraki ayazda donmuşçasına, oralarda bir yerde donup kalmıştı. Oralar… Yıkılmış duvarların arasında, artık tanınmaz hale gelen eşyaların arasında. Henüz yaşanan depremin merkez üssünün neresi olduğunu bilmese de acının merkez üssü, tam olarak onun yattığı noktaydı.
Önce bir gümbürtü duyduğunu hissetti. Uykunun en derin yerinde. Öyle bir gümbürtüydü ki bütün duyularıyla hissetti. Yattığı karanlık boşlukta o gümbürtünün tadını almıştı, susuzluktan çatlayan dudaklarının arasından. Önce sıçradı yattığı yerden ve yaşadığı dipten gelen sarsıntıya bir anlığına anlam veremese de ardından kendini yatağıyla çalışma masasının arasındaki boşluğa attı. Bu anı, bugüne kadar hiç düşünmemişti. Bir gün bir deprem olursa ne yaparım diye aklının ucundan bile geçirmemişti. Ama başına gelmişti işte. Zaten böyle anlar insanın başına kaç kez gelirdi ki. Enkazın altında iki büklüm, cenin pozisyonunda yatıyordu karanlıkta. Bugüne kadar gördüğü en derin karanlıkta. O kulakları sağır edecek gümbürtüden sonra bir sessizlik oldu. Öyle bir sessizlik ki bu, Ethem’in daha önce yaşadığı diğer hiçbir şeye benzemeyen bir yapısı vardı. Nefesi sanki karanlığa kavuşur kavuşmaz yok oluyordu. Ardından sesler duymaya başladı. İnsan sesleri. Bağıran, ağlayan, feryat eden, yardım isteyen insan sesleri. Sonra kendini yoklamak geldi aklına. Öyle ya, bu yardım isteyen insanların canı yanıyordu herhalde. Bir ağrısı yoktu. Elini vücudunda gezdirdi, bir ıslaklık hissetmedi. Demek ki kanamıyordu hiçbir yeri. Bu iyiydi. İyi miydi? Yani burada, sekiz katlı bir binanın beşinci katının bir odasında, üzerinde tonlarca enkaz varken yaşamak… Buna karar verebilecek durumda değildi. Üşüyordu. Aklına şu an gelen ilk his, üşüme oldu.
Sesler yoğunlaşmaya başlamıştı. Yükselen sesler birbirine karışıyordu. Dışarıyı hayal etti. Daha önce gördüğü deprem manzaraları geldi aklına. Yıkılan binaların üzerinde, enkazları kaldırmaya uğraşan insanlar vardı hepsinde. Çürümüş demirler ve kuma dönmüş duvarların üzerinde bir nefes arayan insanlar. “Bu binayı kim yaptı acaba?” diye geçirdi içinden. Şu an bunu bilse ne değişirdi ki? Hiçbir şey…
Sakin olmalıydı. Aklının bir yerlerinde, saatler hatta günler sonra enkazdan çıkarılan insanlar vardı. Bitmemin şafağındaki hayatlarına sıkı sıkıya bağlı, enkaz altında kalıncaya dek aslında, “gülmek ne demekmiş, görün” dercesine atılan bir gülüşü saçarak etrafa bakan küçük bir çocuğun masum yüzü geldi gözlerinin önüne. Karanlığı yırtarcasına. En iyisinin beklemek olduğuna karar vermişti. Kıvrıldığı yerden doğrulmak istedi. İçinde olduğu boşluk buna izin verir miydi? Denemeden bilemezdi. Ayağını yavaşça uzattığında, ileri doğru hareket edebildiğini keşfetti. Şu ana kadar neden bu aklına gelmemişti ki? Sahi, ne kadar zaman geçti? Bu düşünce içindeyken yattığı yerden doğruldu. Yan yattığı yerde sırtüstü pozisyona döndü. Vücudu biraz olsun rahatladı. Soğuktan ve sabit yatmaktan tutulan eklemlerinden çıtırtılar duyuyordu.
Aklına bir fikir geldi o anda. Hızlanan kan akışının marifetiydi. Yanına yattığı çalışma masasının hemen altına sabitlenmiş komodinin ikinci çekmecesinde bir el feneri vardı. Doğa yürüyüşlerinde yanından ayırmadığı el feneri. Üstelik yeni şarj etmişti pillerini. Ona ulaşabilirse en azından bulunduğu yerin ne halde olduğunu görebilirdi. Elini soluna doğru uzatıp çekmecenin kulpunu aradı ve buldu. Biraz zorlanarak da olsa öne doğru çekince gıcırdayarak açıldı ahşap çekmece. Sabırsızlıkla yokladı çekmecenin içini. Eli, el fenerinin soğuk metaline değince yüzünde kocaman bir gülümseme oluştu. Yani Ethem öyle olduğunu sanıyordu.
Feneri yakarken tereddüt etti. Acaba neyle karşılaşacaktı? Odası nasıldı? Aklından bütün bu düşünceleri kovarak, el fenerinin altındaki düğmeye bastı ve aynı anda karanlığı keskin bir kılıç gibi yaran ışık odayı aydınlattı. Odanın tavanı çalışma masasının üstüne kadar inmişti. Karşı duvara sabitlenmiş kitaplıktaki ahşap kitaplığın parçaları, üzerindeki kitaplarla beraber yere saçılmıştı. Başka bir şey görünmüyordu. Her yana tuttu ışığı. Sadece duvarlar vardı. Işığı kafasının tam üzerine kaldırdığında, yüzüne bir karış mesafede duran demir filizlerini gördü. Duvardan kurtulmuş ve bir cadının tırnakları gibi yüzüne doğru uzanan filizler. Filizler… Annesi geldi aklına. Evin önünde top oynarken bağırıyordu annesi, “topa dikkat et. Filizlere gelmesin.” Tohumlardan yeşerttiği canlardı onlar. Hayata tutunan, yeşilin her tonuyla yaşamı müjdeleyen filizler. Oysa yüzüne doğru uzanan filizler, ölümü fısıldıyordu. Sessiz ve soğuk bir dilde… Korktu Ethem.
Sesler iyice duyulur olmuştu. “Sesimi duyan var mı?” diye bağırıyordu çatallı bir erkek sesi. El fenerini kapattı. Pili bitmemeliydi. Eğer bir işaret vermesi gerekirse, pekâlâ ışıkla işaret verebilirdi. Sonra, “Buradayım!” diye bağırdı. “Kurtarın beni!” Enkaz altındaki diğer insanlardan daha önce kurtarılması için herhangi bir neden yoktu. “Saçma!” dedi kendine. Böyle bir durum, en çok da şans işiydi. Kime daha önce ulaşırlarsa o kurtarırlardı. “Beni kurtarsınlar” demenin ne kadar bencilce olduğunu düşündü. Bu dünya için ne yapmıştı ki? Başka bir yerdeki hayata yeni başlayan bir bebek, kendisinden daha faydalı olabilirdi. Bunu bilemezdi. “Beklemekten başka bir seçenek yok” diye geçirdi içinden.
Bir sessizlik daha oldu. Sonra bir gümbürtü daha… Sallandı her yer. Yattığı yer dalgalandı ve duruldu. El fenerini zorlukla yaktı. Başının üzerindeki filizler daha da yaklaşmıştı. Bağırtılar arttı. El feneri birden söndü. Karanlık bir deniz gibi içine aldı gece Ethem’i. Oda dönmeye başladı. Gümbürtü sürekli bir hal aldı. Yattığı yerden yükselmeye başladı. Bir rüzgâr hissetti. O an çok utandı. Kasıklarında bir ıslaklık vardı. Önce filizleri geçti başı, sonra duvarı ve diğer duvarları. Bir hayalet gibi geçiyordu her ne varsa çevresinde. Çok üşüyordu. Çatıdan geçip, karanlık soğuk geceye çıktı. Aşağıya baktı. Evler yıkılmıştı. Evinin önündeki ağaçlar yıkılmıştı. Daha da yükseldiğinde, sokağı ve ardından mahalleyi gördü. Ne varsa tanıdığı hepsi yıkılmıştı. Salih’in evini aradı yıkıntıların arasından. Tanıyamadı. Yok olmaya başladı aşağıdaki görüntüler. Artık uçup uçmadığının farkında değildi. Üşümüyordu da. Neler oluyordu? Yoksa… Ölüm böyle bir şey miydi? Bir ışıktan bahsedildiğini duymuştu ama ne yana baksa karanlıktı. Hareket etmeye çalıştı. Olmuyordu. Nefes almaya çalıştı, yoktu. Boğazı kupkuruydu. Kendini öne doğru atmaya çalışıyordu. Olmuyordu. Susamıştı. Vücudunu kastı ve tüm gücüyle yattığı yerden doğrulmaya çalıştı.
***
Nefes nefese sıçradı. Güneş doğmaya başlamıştı. Bir bahçedeydi. Yana döndüğünde, yüzüstü yatan bir kız gördü. Bu kim? Öldüyse, anlatılan huri tanımına uymuyordu. Esmer kara kuru bir kızdı. Mahallelerine yeni taşınan kızdı bu. Hatice. Etrafında yetişkinler vardı. Sohbet eden erkekler ve yiyecek bir şeyler hazırlayan kadınlar. Tişörtü sırılsıklamdı. Neler olduğunu hatırlamaya başladı. Yeniden olduğu yere yattı. Uğultular Şehri’nde bir deprem olmuştu. Televizyonda gördüğü görüntülerden etkilenmişti. Kendi odası olmayan ve tanımadığı bir enkazda kalmıştı. O kadar gerçekçi hatırlıyordu ki, başını kaldırıp yeni doğan güneşin ışıkları altında, filizleri aradı. Yoktu. Sonra yattığı bahçeden, evlerinin önündeki verandanın demirlerine asılı saksılara baktı. Annesinin filizleri oradaydı. Yaşamı müjdeleyen filizler. Çoktan sebze vermişlerdi bile.
***
Ethem sadece gözlerini açtı. Hala karanlıktı odası. Pepe Muharrem’i düşünerek uyuyakaldığı uyku, ancak bir kâbusu tekrar görerek taçlanabilirdi. Rüya içinde rüya görmüştü. Kâbuslar treninde yolculuk etmişti. Yatağında doğrulurken o demir filizlerinin şu anda tekrar üstünde tehdit edercesine uzandığını hissetti. Saksılardaki hayat müjdeleyen filizleri aradı ama artık bir hayata tutunacak herhangi bir şey bulmanın imkânı olmadığını en iyi kendisi biliyordu. Artık uyuyamazdı.