Sessizce selamlaştı komşu ülkelerin iki farklı kadını. Kültürleri ve yaşantıları tamamen farklı olan bu iki insan, aslında aynı kökenden gelen bir ailenin farklı ülkelerde yaşayan üyelerinden başka bir kimse değillerdi. Kader bu ya! Birbirlerini ilk defa sağlık ocağının buz gibi soğuk koridorunda görmüşlerdi. Hasta ve korkmuş olduğu her hâlinden belli olan genç kadın, utana sıkıla karşısındaki doktora bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Genç kadının o anda hissettiği, utançtan ziyade gördükleri karşısında düştüğü hayretti. Neredeyse kendi yaşlarındaki doktorun kendisine fiziksel olarak bu denli çok benzemesi, onun kısa süreli bir şok yaşamasına sebep olmuştu. Bunun üzerine genç kadın iç geçirerek ‘Ah, o sınır keşke hiç var olmasaydı!’ diye düşündü. Ne olurdu onun dedeleri de aynı diğer akrabaları gibi sınırın bu tarafına geçmiş olsalardı? Belki o vakit şimdi hissettiği bu iğrenç utanç ve korkunun ekşi tadını hayatı boyunca hiç bilmeyecekti. Ama artık ne yaparsa yapsın geride bıraktığı ailesinin ve kendisinin bu kötü kaderini değiştiremeyeceğini son yaşadıklarından sonra gayet iyi tecrübe etmişti. Tüm bu sıkıntılı düşünceler yüzünden şimdi doktor kuzeninin karşısında boynu bükük ve elleri önünde bağlı mahcup bir hâlde dikilmekten başka bir şey yapamıyordu.
Karşısındaki de bir kadındı ama o okul okumuş hatta yetmemiş, doktor bile olmuştu. Kendisi ise daha okuma yazmayı bile bilmiyordu. Hâlbuki ne kadar da çok isterdi aynı onun gibi gururla kendi ayakları üzerinde durabilmeyi. Ama işte o sınır yok muydu o sınır? Aynı yeryüzünde sanki iki ayrı dünya yaratmıştı. Kendi dünyasında özgürlük yoktu ve kadın cinsiyetine sahip olmak gerçekten de büyük bir zulüm sebebiydi. İstediği bir elbiseyi öyle kafasına göre giyip dışarılarda özgürce filan dolaşamazdı. Okumak onun gibiler için asla bir hayalden öteye gidemezdi. Hem kadın okuyup ne olacaktı ki oralarda? Kadın sadece evlenip çocuk doğurmalı, erkeğinin egemenliği altında kafasını evinden dışarıya hiç çıkarmamalıydı. Şimdi düşünüyordu da karşısında tertemiz bembeyaz önlüğü ile hastalarına yardım etmeye çalışan bu akrabası ile neydi aralarındaki bu kocaman uçurum? Sadece bir sınır mıydı tüm bu farklılıkların sorumlusu?
Doktor, karşısında sıkıntı ile duran hastasından derdini anlatmasını usulca rica etti. Genç kadın gözlerini aşağıya doğru indirerek yavaşça sağ eliyle karnını işaret etti. Bir şeylerin ters gittiğini anlayan doktor, hastayı hemen muayenehanesine götürdü. Gözlerini sürekli doktor kuzeninin şefkatli bakışlarından kaçıran kadın, onun bu ince davranışından sonra acısının biraz olsun hafiflediğini hissederek yarım yamalak Türkçesi ile gözleri dolu bir vaziyette benliğini kedere boğan o derdini anlatmaya çalıştı.
“Ülkemde silahlı bir muhafız bana tecavüz etti ve ondan hamile kaldım. Eğer geri dönersem karnımdaki bebeğim ile infaz edecekler beni. Köyümüz sınıra çok yakın. Çok çaresizim. Aklıma yaşlı ninemin bana çocukken anlattığı bir hikâye geldi. Bizim büyük büyük babalarımız öz kardeşmiş. Senin burada olduğunu da şans eseri kaçakçılık yapan bir akrabamın karısından öğrenmiştim. Bizim orada benim gibi bir kadının yaşama şansı yoktur. Abla! Ben hiçbir günah işlemedim. Valla o cani benim günahıma girdi. Ben de çaresizlikten kaçtım. Ölümden, ayıplanmaktan, korkumdan kaçtım ve şimdi burada senin merhametine sığınıyorum.”
Duyduklarından sonra içi kor ateş gibi yanan doktorun dudaklarından sadece ve sadece “Korkma!” sözcüğü dökülmüştü. Bilir misiniz ne mühim bir uyarıdır o sözcük? Türkiye Cumhuriyeti’nin millî marşı da bu kutsal uyarı ile başlamıyor muydu? Bu milletin gaflet uykusundan uyanmasını yine bu kutsal emir sağlamamış mıydı? Doktor hanım, tüm bu acı tabloya şahit olduktan sonra kalbi kırık bir vaziyette kadınlığını ve tüm Türk kadınlarını saniyeler içinde düşünerek:
“İyi ki ben bir Cumhuriyet Kadınıyım! İyi ki mavi gözlü bir yiğidin silah arkadaşlarıyla, kanıyla, canıyla, dişiyle, tırnağıyla kurduğu ve içerisinde yaşam var ettiği bu vatanın bir ferdiyim! Ya ben de suçum günahım olmadığı hâlde sırf kadın olduğum için başkalarının günahlarını yüklenmek zorunda bırakılsaydım? Kadınlarımızı çaresizliğe ve ölüme mahkûm etmediği için Ulu Önder’e ne kadar teşekkür etsek azdır.” İç geçirdi.
“Evet. İki candı onlar. İkisi de aynı soydan, aynı kandan var olmuşlardı. Onları birbirinden ayıran sadece bir sınır vardı. Sınırın bir yanında yaşam, diğer yanında ölüm vardı. Bir tarafta laik Cumhuriyet’in 100. yılı kutlanmaya hazırlanırken diğer tarafta… Devamını düşünmek bile istemiyorum.”