Payidar, üç yıldızlı, eski bir apartmandan bozma otelde çalışıyordu. Otelde ne kadar pis iş varsa hepsini o yapıyordu. Ve inanın otellerde hep pis işler olurdu. Mutlaka her yağmurda bir yer akar, tuvaletler tıkanır, lambalar patlar, dolap kapakları yerinden çıkar, ısıtma sistemi bozulur ve insanların kullandıkları ne varsa o ruhsuz, soğuk binalarda, her şey mütemadiyen bozulurdu. Evet, otellerde hep pis işler çıkardı. Çünkü mutlaka o pis işleri birileri yapardı. Otelin kaç yıldızlı olduğu fark etmez. İster beş yıldızlı lüks bir otel olsun, isterse sidik ve erkek teri kokan ve zorunda olmadıktan sonra kimsenin uğramayacağı bir mezbelelik olsun, hepsi aynıdır. Çünkü orası, odaya yerleşenin evi değildir. Yüksek tavanlı lobiye girip, üzerinde asla haritada yerini gösteremeyeceği ülke başkentlerinin saatleri olan resepsiyona yanaşınca, bankonun arkasında daima yüzünde yalancı bir gülüş olan ve genelde eskimiş gömlek giyen adamın samimiyetten uzak ilgisiyle başlar otel macerası. Asansörle odanın bulunduğu kata çıkılır, kapı açılır ve dar oda ona artık, parasıyla sahip olduğu, temizlemek zorunda olmadığı, dört duvardan ibaret bir köle gibi gelir. Artık şişkin egolar girmiştir devreye. Manzaraya aldırmaksızın pencereden bakılır. Ve her daim bozuk duş başlıklarıyla otelde kalan insanlar çok duş alırlar.
Payidar’ın çalıştığı otel ise, orta ölçekli bir kentin işçileriyle meşhur ilçesindeydi. Sadece işi olanların uğradığı, işleri biter bitmez kaçarcasına uzaklaştıkları bir yerdi. Bu ilçeyi herkes bilirdi. Birçok şehri birbirine bağlayan otoyolun kenarında, sanki burasını sadece yanından geçilecek bir yer olarak akıllarda kalırdı.
Ve o otelin en alt katında, zamanla rutubet rengine boyanmış bir oda vardı. “makine dairesi” yazıyordu demir kapının tam ortasına asılı mika panonun içinde. Odanın bir duvarının arkasına yerleştirilmiş su deposunun, tam ortasına gelecek şekilde duran bir su motoru vardı. Odanın ortasına yerleştirdiği sandalyeye oturan Payidar’a, arkasında kalan ve bitimsiz bir motor sesi vicdanın homurtusu gibi geliyordu. Odanın diğer köşesinde ise eski bir elektrik panosu vardı. Yıllardır bakımı yapılmamıştı ve ilginç olan ise otelde bozulmayan tek aletti. Sandalyenin yanında yemyeşil açmış, canlı yapraklarla kaplı bir ağaç vardı. Kökleri toprağa varana kadar önüne ne gelirse parçalamıştı. Ağacın odada nasıl büyüdüğünü bilemiyordu. Onu ilk gördüğünde bile kocamandı. Zaman içinde daha da büyüse de, ağacın ne zaman bir fidan olduğu hakkında fikri yoktu. Bu konu hakkında bir şey sormuyordu kimseye. Bu ağacın gözden kaçabilecek bir detay olduğuna inanamıyordu, çünkü böyle büyük bir detay olamazdı.
Kahverengi gövdesi yol yol çatlamıştı. Aralarından siyah sıvıların çıktığını görürdü. Ağaç neyle sulanmışsa onu akıtıyordu dışına.
Odaya kimse girmiyordu. O odaya giren, pis işleri yapar gibi bir inanç vardı otelde. Payidar demir sandalyeye kurulur ve hep ağacı düşünürdü. Elini pürüzlü gövdesine değdirince sertliğini ve acımasızlığını hissederdi. Kalın, sert gövdesinin altında yürüyen pis suyun akışını duyumsardı. Bu odaya girmek, orada oturmak ve ağaçla yüzleşmek Payidar için kaçamayacağı hatta kaçmak istemediği bir eziyetti. Hiçbir ağaca benzemeyen bu ağaç, onu rahatsız ediyordu. Her fırsatta buraya gelmesinin nedeni de bizzat buydu. Bu yüzleşme onu yavaş yavaş deliliğe sürüklese de, hissettikleri çok ağır gelse de, hıçkırarak ağlasa da her seferinde, buraya gelmekten ve her seferinde ağacın kazandığı bir savaşa girmekten uzak duramıyordu.
Yaşadıklarını hatırlatıyordu ona. Günahları ağacın gövdesi kadar sert, yaprakları kadar çok ve canlıydı. Üzerine aldığı bitli bir battaniye gibi, donmaktan kurtulabilmek için mecbur kaldığı yegâne varlığıydı. Ağacın durgun yolculuğu Payidar’ı da peşinden acımasızca sürüklüyordu, manzaradan manzaraya, zamandan zamana. Gölgesi işkence haneye dönüşüyordu. Payidar, bir balta bulup ağacı kökünden kesmek istese de, bunun bir kolunu kesmekten farksız olduğundan adı gibi emindi. Bu ağaç ne olursa olsun, her zaman dimdik karşısında dikiliyor olacaktı.
Ağacın altında zaman kavramı da yok oluyordu. Opak bir gök cisminin ışığı soğurması ve geriye bir şey bırakmaması gibi, bu ağaç zamanı boşluğa sürüklüyordu. Oraya her oturduğunda bir ömür harcamış gibi yoruluyordu. Ter içinde kalıyor, nefesini kontrol edemiyor ama oradan da vazgeçemiyordu. Bu ağacın altında bir hiç gibi hissediyordu kendini. Öyle ya insandan günahlarını çıkarırsan geriye ne kalabilirdi ki.
Payidar yerinden sıçradığında ancak kapının aralandığını anladı. Çınlayan demir kapının sesi yankılandı odada. Gelen kişi resepsiyon görevlisiydi. Yaşlı adam telefonla ulaşmaya çalışmış ama ulaşamamıştı. Payidar boş odanın ortasında, su motorunun tahammül edilemeyecek sesine rağmen nemli duvarların ortasında öylece oturuyordu. Omuzları çökmüş, gözleri nemli ve kan çanağı gibiydi. Derin bir nefes alıp kafasını kaldırdığında ağacı göremedi. Aldığı nefesi verirken, hava geçtiği her yeri yaktı. Ağacın yok olmadığını sadece yer değiştirdiğini duyumsadı.
“401’in duş başlığı bozulmuş” kapıyı kapattı yaşlı resepsiyonist. Nice günahların üzerlerinden suyla akıp gittiğini sananların ellerinde tuttukları başlık yine bozulmuştu. Yerinde kıpırdandı huzursuzca. Ayağa kalkarken ağaç çatırdıyordu. İçinden gelen ince dalların çıtırtısını duyuyordu. Çıplak dallar yırtıyordu içinde bir yerleri. Dökülen yapraklar boşlukta savruluyordu. Tanıdığı hiçbir nefese benzemeyen nefes sesleri fısıldıyordu kulağına. Titreyen elini resepsiyon görevlisinden saklamaya çalışarak cebine soktu ve telefonunu çıkardı. Kapanmıştı. Hayli zaman geçmişti ağacın altında ya da içinde.
“Bıktım bu işten” deyip odadan çıkmaya hazırlanırken göz attı. Yüzünde acemi bir gülümseme oluştu. Ağaç tam olması gereken yerde sessizce yapraklarını sallıyordu.