Yazın son günleri olmasına rağmen hava hala çok sıcaktı. Dar asfalt yolun bir tarafı, içindeki ürünleri toplanmış bir tarlaydı. Diğer tarafı ise önü ince kargılarla kaplı, sığ ve yavaşça akan bir dereydi. Bu dere, mahalledeki tüm dereler gibi zamanla yavaşlamış, sığlaşmıştı. Aslında mahallenin kimliğini bu dereler yansıtıyordu. Mahalleyi dolanıyor, bahçeleri, tarlaları suluyorlardı. Evcil ve sokak hayvanlarının her türlü ihtiyacını karşılıyorlardı. Derelerin yataklarına, yavaş yavaş binalar yapılmaya başlanmıştı. Mahalle halkı bundan memnundu tabi. Yerleri değerlenecek ve tarlalarda patlıcan, domates vs. yetiştirmeye uğraşmayacaklardı. “Dört daire düşse, birinde otursak, üçünü kiraya versek mis gibi, çalışmaya gerek yok!’” gibi sohbetler artık her köşe başında, kahvehanelerde, evlerinin önünde dedikodu yapan kadınların arasında sıklıkla dönüyordu. Bu bir hayal olarak satılmıştı ve herkes bu hayalin peşine düşecekti. Tabi bizim aile olarak bu işten bir kazancımız olmayacaktı. Hatta zararımız bile olabilirdi. Çünkü biz kiracıydık ve hayaller bu mahalleye gerçeklerden önce gelirdi. Ata mesleklerini terk etmenin ne demek olduğunu kavrayamayanlar ilk olarak, “burası gelişti, kiraları arttırmak lazım” diyorlardı. O zamanlar, patlıcanı kim yetiştirecek sorusu kimsenin aklına gelmiyordu. Bir altına hücum başlamıştı. Dereden gelen kurbağa sesleri boşlukta yankılanırken, kurbağaların bu yok oluşa giden yoldan henüz haberi yoktu. Önümüzde uzanan yolda ise sıcaklık ileride dalgalanıyor ve arkasındaki manzaraları anlamsız kılıyordu.
Murat, Orhan ve ben, sıcak asfaltın üzerinde, eskimiş ayakkabılarımızın ayaklarımızı koruyamamasına rağmen, nereye gideceğimizi hiç planlamadan yürüyorduk. Çocukluğun en güzel yanlarından biri de bu plansızlıktır. İnsan yaş aldıkça, her adımda plan yapmaya çalışır. Çoğu zaman planları tutmaz ama yine de durmadan yapılır. Sonra ne plan yapıldığı unutulur, başarısız plan tekrar yapılır. Mesela bir kızla buluşursun, ne konuşman gerektiğini defalarca tekrarlarsın ama plan tutmaz. Planla o anki duygular iç içe geçer ve saçma sapan bir konuşma olur. Ve kızlar çoğu zaman plansız konuşan erkeklerden hoşlanırlar ama biz plan yapmaya devam ederiz. Anlayamayız, o anın asla tahmin edilemez olduğunu. Anlardan oluşacak zamanda, geleceğe müdahale etmeye çalışınca, şimdiki zaman güme gider. Yürürken, arada bir durup kurbağalara taş atarak, derenin önündeki kargılardan hoşumuza gidenlerden koparıp, hangimizin kargısı daha önce kırılacak diye hızla birbirine vururduk. Erkekler işte. Ama bunları yaparken hep gülüyorduk. Aramızda en iyi taş atan Murat’tı. Dilini kıvırıp ısırır, sol elini kaldırıp nişan alır, vücudunu gererek anlaşılmaz bir şeyler söyler, taşı olanca kuvvetiyle atardı. Taş mutlaka hedefine varırdı. O yüzden herhangi bir taş yarışında Murat’ın karşısına çıkmak zordu. Mahallede tek göbekli çocuk oydu. Çok geç uyur ve uyanmak nedir bilmezdi. Orhan ise en çevik olanımızdı. Benden kısa Murat’tan uzundu. Her daim sanki günlerdir yıkanmamış gibi görünen ten rengi ve güçlü kollarıyla asla hiçbir kavgadan geri durmazdı. Bunun sebebi üç abisi olması ve sık sık onlardan ve babasından dayak yemesiydi. Dayaktan kaçmak için sarf ettiği çaba, onu daha çevik, yediği dayaklar ise kavgacı biri yapmıştı. Anlamsız yalanlar söylerdi. Biz onu sevdiğimiz için inanırdık, daha da ilginci o bizden çok inanırdı. Mahalle takımın kalecisiydi. Kamışları tek hamlede koparabilecek kadar güçlüydü. Ben ise göze batan herhangi özelliği olmayan bir çocuktum sık sık dalar gider, anlamsızca uzaklaşırdım ama mutlaka arkadaşlarıma dönerdim. Kimse bunun nedenini sormazdı. Zayıf ve diğerlerine göre uzun bir çocuktum. Mahalle takımının forvetiydim. Sert şut çeker ve hızlı koşardı. Ayrıca kaptandım.
Orhan, “biraz oturalım” dediğinde, aslında bu hepimizin ortak fikri gibiydi. Az ileride terkedilmiş, eski evin arkasındaki büyük ağacın gölgesine kadar yarıştık. Kimin kazandığını hatırlamıyorum ama kaybedenin Murat olduğundan eminim.
“Para olsa atariye giderdik” dedi Murat, nefes nefese kalmıştı. Murat atari oyunlarında çok yetenekliydi. Tek jetonla çoğu oyunu bitirirdi. Tüm parasını harcar ve o gün aç kalırdı. Sık sık annesini türlü bahanelerle kandırır ve sonunda istediği parayı alırdı. Bisikletine atlar ve parayı bana göstererek, “haydi” derdi. Yaşı ilerledikçe, bu alışkanlıklarına bahis, kazı kazan, piyango, hesabına okey ve batak, tombala eklendi. Biz lunaparkta çarpışan arabaya binerken Murat, mutlaka sigaraya halka geçirme, hedef vurma, penaltı atma gibi türlü oyunlar oynar ve kaybederdi.
“Nereden bulacağız?” diye sordu Orhan.
Bir an ikisi de bana baktı. O an sanki benden gelecek bir cevaba çok ihtiyaçları varmış gibi hissettim ve bu bende baskıya neden oldu. Böyle durumlarda hep terlerim ve sanki o benim görevimmiş gibi hissederim. Kendimi toparladım, alnımda biriken teri silerek, “ne bileyim lan ben!” dedim otoriter bir sesle.
Havadan sudan konuştuk. İncir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları, öylesine ciddiyetle konuşuyorduk ki, dışarıdan biri dinlese bizi deli sanabilirdi.
Sonra boş yoldan bir reno geçti. Eski araba veremli gibi öksürerek ve tıkanarak ilerliyordu. Tanıdığımız bir çiftçinin arabasıydı. Dökük dişlerinin arasından hep gülen bir adamdı. İnce sesli karısı sinirlenir, bir şeyleri anlatmaya çalışırken, O gülerdi. Yaşlı adam hakkında konuştuk. O kadına nasıl tahammül ettiğinden, bahçesine kaçan topumuzu almanın zorluğundan, bahçesinin ortasında bağlı ama uzun ipi sayesinde her yere yetişebilen köpekten, duvarın kenarına istiflenmiş gübreye eğer duvardan atlarken dikkat etmezsek boka batacağımızdan –ki Yasin bir kere batmıştı. O Yasin le biz aynı kıza âşık olmuştuk, onu sonra anlatırım- ve en sonunda yaşlı adamın sürekli nişanlanıp ayrılan kızından.
Bir süre sustuk. Bazen susmak gerekir ya öyle birandı. Sessizliğin uğuldamasını dinlerken, yoldan önce bir siluet göründü. Sonra yaklaştıkça bir at arabası olduğu anladık. Arabanın arkasına insafsızca yığılmış tahtaları çekiyordu, zayıf at. At öyle çelimsiz ve yaşlıydı ki, kemikleri deriyi yırtıp çıkacakmış gibi duruyordu. Özellikle karın bölgesinde derin yarıklar vardı. İnce kamçının bu yaraların üzerine defalarca inip kalktığı geldi gözümün önüne. Bazıları taze olan yaralardan akan kanlar kurumuştu. Atın hemen arkasında oturan orta yaşlarının sonundaki adam ise bir kral edasındaydı. Bir kral kadar zalim görünüyordu. Gömleğinin düğmeleri göbeğine kadar açık, saçları dağınık, kayış gibi yüzü traşlıydı. Damarları çıkmış kollarıyla atın dizginlerini tutuyor ve arada sağ elindeki kamçıyı atın vücuduna indiriyordu. Zavallı at, giderek yavaşlayan adımlarla yürümeye çalışırken çektiği eziyeti net görebiliyordum. Her darbede adamın yüzündeki vicdansızlık görünüyordu. Karşımızda yaşanan insanlık ayıbından rahatsız olmamak elde değildi. Oturduğumuz serin yer, kaynayan bir kazana dönmüştü. Birbirimize baktığımızda ne yapacağımıza karar vermiştik.
Ben arabanın önüne geçip, dur manasına gelen bir hareket yaptım. Adam dizgine asılınca, atın ağzındaki yular gerildi ve at yavaşladı. “Yer yok” dedi umarsızca. “Yok” dedim sakin bir sesle ama korkuyordum. “Binmeyeceğim”
Biz adamla konuşurken, Murat ve Orhan, adama görünmeden arkaya dolanıyorlardı.
“Eeee” dedi adam, “ne istiyorsun o zaman piç kurusu!”
“Neden ata vuruyorsun?” diye sorunca, adamın yüzü değişti. Az önce dalga geçen adamın yüzüne zalim bir sinir oturdu. Planımız işlemezse sağlam bir dayak yiyecektim.
“Sana ne lan” dedi ve ardından buraya yazamayacağım bir küfür etti. Dizginleri bırakıp inmeye hazırlanıyordu. Tek adımını önünde bulunan iki basamaktan birine atmak üzereyken, neyse ki Orhan hızla gelerek elindeki tahtayı adamın sırtına vurdu. Orhan hızını alamamıştı ve arabaya çarptı. Vuruşun şiddetiyle adam ata doğru düşmek üzereyken, hem darbenin nereden geldiğini anlamaya çalışıyor hem de dengesini sağlamak için uğraşıyordu. Tam bu sırada arabanın diğer tarafından Murat çıktı. Adama öylesine sert vurdu ki adam bu darbe karşısında ayakta kalamadı. Murat’ın bu vuruşundaki sır ise korkuydu. Önce plana karşı çıkmak istemişse de bizim kararlılığımız karşısında katılmaktan başka çaresi kalmamıştı. Sonra yere düşen adama Orhan ve Murat vurmaya başladılar. “Öyle vurulmaz, böyle vurulur!” sözlerinden sonra, yine buraya yazamayacağım küfürler havada uçuştu. Murat’ın küfür üretmek konusunda yeteneği vardı. Çoğu zaman gereksiz kullansa da şu an sanki tam zamanıydı. Adam kendini bırakmadan önce başını kaldırıp baktığında, iki tane çocuktan dayak yediğinin farkına vardı.
Ben bu manzaradan uzak durarak atın yanına gittim. At bitkin haldeydi. Atı bağlayan ipleri çözerken bir yandan da etrafı kontrol ediyordum. Eyerini de çıkarınca at rahatladı ve minnet belirten bir ses çıkardı. Ya da ben öyle sandım. Zayıf boynunu okşayarak bir şeyler mırıldandım. Teskin edici cümleler, sanki doğaüstü bir güçle ata ulaşmıştı. Etrafına bakarak yavaşça ağacın gölgesine doğru yürüdü. Sonra, adamın başında bekleyen arkadaşlarımın yanına gittim. Artık vurmuyorlardı ama dalga geçercesine ellerindeki sopalarla dürtüyorlardı.
“Hadi!” dedim.
Murat ve Orhan ne dediğimi anlamadılar. Sadece dövüp, atı kurtaracak ve kaçacaktık. Aklıma gelen fikri anlattım. Herkesin içine sindi. Yerde yatan adamı kontrol ettikten sonra, Orhan’a adamın başında beklemesini söyledik. Adam kendine gelirse bizi döverdi ve bu noktada ne yapacağını tahmin bile edemezdik. Murat ve ben, arabanın üzerine çıktık. Düzgün dizilmiş boy boy tahtaları dereye atmaya başladık. Derenin yavaş akan suyuna kapılan tahtalar, yol alıyorlardı. Arabayı boşalttık. Ter içinde kalmıştık. Orhan arada bir adama vuruyordu. Adamın koltuk olarak kullandığı yerdeki poşetleri de içlerine bakmadan dereye attık. Bunları yaparken çok eğleniyorduk. Sonra koşarak uzaklaştık. Dakikalarca arkamıza bakmadık. Sonra, yoldan ayrılıp tarlaya dalıp arka mahalleye geçtik. Orada bulunan büyük portakal bahçesini geçerek mahalleye varacaktık. Sonra karpuz tarlalarından geçip bizim eve gidecektik. Sanki her an takip ediliyorduk.
Bu konu hakkında hiç konuşmadık. Adam beni görmüştü ve adamı dövdüğümüz yere uzun süre gitmemeliydim. Ata ve adama ne oldu bilmiyorduk. Biz bir zafer kazanmıştık. Bir plan yapmış ve uygulamıştık. Kötü bir adamın elinden, zavallı bir hayvanı kurtarmıştı. O zamanlar şiddeti şiddetle çözmeye çalışmanın, aslında şiddeti daha da körüklemek olduğunu, düşmanlıkların böyle filiz verdiğini bilmiyorduk. Bizce at kurtulmuştu, adam ata bir daha vuramayacaktı. Aklından geçirirse yine aynı üçlü karşısına çıkabilir ve gerekeni yapardı. Murat ata bir isim koydu. Derbeder. Zaten hep arabesk dinlerdi. Çocukluk, hayatın gerçekliklerine aldırmadan, kendi yarattığımız evrenlerde, kendi yarattığımız değer yargılarımızın mutlak doğru olarak kabul edilebilecek zamanlardı. Oysa hiçbirimiz dünyayı kurtarmadık. Hatta o atı da kurtaramadık. Hayalimiz olan atın rahat bir yaşama kavuşmasıydı ama belki de bu olaydan sonra atın hayatı daha da zor oldu. Bundan da acısı, biz bir daha bir planın çevresinde organize olamadık. Çünkü büyüyorduk. Bu önüne geçilemez süreç, artık birbirimize o kadar çok güvenmemizin önüne engeller koyuyordu. Sevmemize de. Ağız dolusu gülmeler, toplumsal normların zımparasında şekilleniyor ve biz artık herkes gibi düşünüyorduk. O adamı belki dövmemeliydik. Dereye attığımız tahtalar yüzünden adamın çocukları aç kalacaktı. Ama bu bizdik, istediğimizi yaptık ve yetişkin birer adam olana kadar asla pişman olmadık.